Karanlıklar çağının kapıları açıldı (2)
Süreklilik kazanan belirsizlikler-güvencesizlikler dönemi ve içerdiği çelişkiler üzerine
Gazetemizin önceki sayısında emperyalizmi ve egemen sınıfları daha saldırgan kılanın, dünya çapındaki iktisadi, siyasi ve toplumsal krizleri derinleştiren trendler karşısında çözümsüz kalışları olduğunu tespit etmiş, bu trendleri kısaca sıralamaya çalışmıştık. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim:
Stratejik, ama yapısal çelişkiler
Emperyalist güçler arasındaki gerilimlerin, çıkar çatışmalarının ve çelişkilerin dünya çapındaki mutlak hakimiyeti elde etme rekabeti çerçevesinde atılan uzun vadeli stratejik adımlara dayandığını, ancak özünde bunların asıl maddi temelinin yapısal olduğunu vurgulamaya gerek yoktur herhalde. Gene de bazı somut güncel örneklere değinmek yerinde olacak.
Bu noktada AB’nin öncü gücü Alman emperyalizmi ile ABD emperyalizmi arasındaki ekonomik ilişkileri ele alalım. Son yıllarda, özellikle Trump’ın başkan seçilmesinin ardından, İkinci Dünya Paylaşım Savaşından bu yana betona dökülmüş gibi sağlam görünen ABD-F. Almanya dostluğunda ciddi çatlaklar oluştu. Egemen siyasetin söylemlerine ve burjuva medyasının yorumlarına bakınca, »Trump’ın irrasyonel ve milliyetçi politikalarının buna neden olduğu« görüşünün telkin edilmeye çalışıldığını görürüz. İki tarafın da karşılıklı suçlamaları ABD ve F. Almanya’daki iktidar ilişkilerinin sürdürülebilmesini sağlayan toplumsal rıza üretimi için kullanıldıklarını biliyoruz. Bu çerçevede Trump F. Almanya’yı »haddi bildirilmesi gereken rakip« olarak nitelendirirken, Merkel hükümeti de açıktan Trump’ın rakibi Joe Biden’i destekliyordu.
Ancak ekonomik verilerin konuştuğu dil, bu hamaset söyleminden çok farklı: Alman İstatistik Dairesinin bildirdiğine göre 2018’de F. Almanya’dan ABD’ne yapılan 113,3 milyar Euro’luk ihracat toplam ihracatın yüzde 8,6’sını oluşturuyordu. Buna karşın ABD’nden yapılan ithalat 64,5 milyar Euro tutarındaydı. ABD, F. Almanya için Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC), Hollanda ve Fransa’nın ardından dördüncü sıradaki ithalat partneriyken, F. Almanya ABD açısından yedinci sıradaki ihracat pazarı oldu. Karşılıklı yatırımlara bakıldığında ise, Alman tekellerinin ABD’nde toplam 474 milyar dolarlık yatırım yaptıklarını, ABD’li tekellerin ise F. Almanya’da 140 milyar dolarlık yatırıma sahip olduklarını görebiliriz. Dünya Bankasının verilerine göre ABD ve F. Almanya birlikte dünya çapındaki GSMH’nin yüzde 45,8’ini ve doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık yüzde 60’ını ellerinde tutuyorlar.
Görüldüğü gibi ABD-F. Almanya ilişkilerinin değeri bir hayli yüksek. Ancak ilişkilerin zedelenmesi önce Alman sermaye fraksiyonlarını vuracak. Bu nedenle F. Almanya’daki sermaye temsilcileri, bilhassa otomotiv tekelleri transatlantik gerilimlerin AB aracılığıyla azaltılması için çaba gösteriyorlar. Diğer taraftan ise verili olan bu karşılıklı bağımlılık ilişkisini, gene AB çatısı altında »stratejik otonomi« veya yeni tanımla »stratejik hükümranlık« kazanarak dengelemeye çalışıyorlar.
F. Almanya açısından Avrupa’nın ortak çatı altında tek sesli güvenlik politikası geliştirmesi ve AB’nin dış politikasını ABD’nden bağımsızlaştırması bu »stratejik otonomi« için yaşamsal zorunluluk hâline gelmiş durumda. Ancak »Avrupa’nın güvenliğinin« ABD’nin nükleer şemsiyesine muhtaç olması, ABD-AB ilişkilerindeki asimetriyi büyütmekte ve Avrupa’ya belirli bir »hükümranlık« kazandıracak olan »stratejik otonomi« hedefine ulaşmayı zorlaştırmaktadır. Bununla birlikte Doğu Avrupa ülkelerinin »güvenliklerini« ortak bir AB ordusuna teslim etmekten ziyade ABD’nin askeri gücüyle koruma yatkınlıkları ayrı bir zorlaştırıcı faktör olarak varlığını koruyor. Böylelikle ABD ve AB, daha doğrusu Alman emperyalizmi arasındaki çelişkiler doğrudan Avrupa’daki emperyalist güçler arasında da çıkar çatışmalarına neden oluyor.
Alman-Fransız burjuvazilerinin AB çatısı altında dünya çapında düzen kurucu ve düzen koruyucu aktör olarak »stratejik otonomi« kazanma çabaları aynı zamanda ABD’nin ÇHC’ne karşı geliştirdiği saldırgan politikalarca da sekteye uğratılma tehdidi altında.
Tablo I: 2019 GSMH hacimleri (milyar Dolar olarak)
ABD | 21.433 |
ÇHC | 14.732 |
Japonya | 5.080 |
F. Almanya | 3.862 |
Hindistan | 2.869 |
Güney Kore | 1.647 |
Tablo II: 2019 İhracat hacimleri (milyar Dolar olarak)
ÇHC | 2.499 |
ABD | 1.643 |
F. Almanya | 1.489 |
Japonya | 706 |
Güney Kore | 542 |
Hindistan | 324 |
Tablolardan görülebileceği gibi, ÇHC Avrupalı emperyalist güçler açısından en az ABD kadar önemli bir partner ve pazardır. Bu durum da Avrupa için içinden çıkılamayan bir ikilem yaratmaktadır. Ne ABD ne de ÇHC vazgeçilebilecek pazarlar değillerdir.
Hâlihazırda Avrupa Batı’nın neoliberal ilerleme anlatısının çoktan sınırlarına geldiğinin ve en geç 2008 krizinden bu yana emperyalist güçlerin küresel hakimiyetlerinde üstleri kapatılamayacak çatlaklar oluştuğunun çok iyi farkında. ABD emperyalizminin ÇHC’ni siyasi-askeri-ticari araçlarla kuşatma politikası ve ÇHC yönetiminin buna kararlı direnç göstermesi sonucu oluşan kapışma hâli, Transatlantikçi veya Avrupacı olsun, Avrupa’nın önde gelen sermaye fraksiyonlarının çıkarlarını giderek daha fazla zedelemektedir. Bilhassa Çin piyasalarına girmek için devasa yatırımlar yapmış ve ÇHC’ne önemli tavizler vermiş olan ihracat sektörü, ABD politikalarının kendilerine büyük zararlar verebileceğini düşünüyor. O nedenle AB’nin ABD’nin ayrıştırma girişimine »Belirsizlik Toleransı« denilen bütünsel bir politika ile yanıt verilmesi isteniyor. Görüldüğü kadarıyla Alman ve Fransız tekelci burjuvazileri arasında iki temel kanı hâkim: Birincisi, Avrupa’nın dünya çapındaki değişimlerin bizzat parçası olduğu kanısıdır. İkincisi ise, ÇHC’nin iktisadî, siyasî, toplumsal ve kültürel açıdan Batı’nın istediği biçimde gelişmeyeceği gerçeğinin kabul edilmek zorunda olduğu kanısıdır.
Önde gelen Avrupalı sermaye fraksiyonları bu temel kanılardan hareketle ABD-ÇHC ikileminden kurtulmak için siyasi temsilcilerine baskı uygulamakta, hem transatlantik gerilimleri azaltacak adımlar ve tavizler verilmesini, hem de ÇHC başta olmak üzere, Pasifik bölgesine açılmayı istemektedirler. Aynı şekilde AB’nin savunma ve silahlanma için daha büyük bütçeler ayırması gerektiğini savunmaktadırlar. Çünkü Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı bu ikilemi belirsizliklere katlanabilecek askeri ve siyasi güce erişemediği müddetçe aşamayacağını en iyi onlar bilmektedir. Bizim bildiğimiz ise, Lenin’den öğrendiğimiz kadarıyla, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısal krizlerinin kapitalizm koşulları altında çözülemeyeceği ve süreklilik kazanmış olan güncel belirsizlikler ve güvencesizlikler döneminin var olan gerilimleri azaltmaktan ziyade artıracağıdır.
Emperyalizme dair bazı anımsatmalar
Dünya genelinde oluşan çoklu kriz ortamı ve küresel buhran beklentisinin yanı sıra, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin keskinleştiği, ABD-ÇHC ihtilafının sıcak savaşa dönüşme potansiyelinin arttığı; kısacası birden fazla derin ve tehlikeli çelişkinin Pandemi ve iklim değişimi ile katlanarak çarpıştıkları bir Momentumdan geçtiğimiz şüphe götürmüyor. Bu Momentumun bir diğer önemli özelliği olarak emperyalist-kapitalist dünya düzeninin kriz potansiyelleri ile emperyalist güçler arasındaki çelişkileri kontrol edebilmek/yönetebilmek için küresel bir tanzim sisteminin oluşturulma çabaları karşımıza çıkmaktadır. Bu çerçevede IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslar üstü kurumlar ile G7-G8 veya G20 Zirveleri bu çabaların araçları olarak ve uluslararası tekelci sermayenin çıkarlarını kollamak için kullanılmaktadırlar. Ancak bu araçlar aynı zamanda uluslararası tekellerin, emperyalist devletlerin ve emperyalist kümeleşmelerin birbirleriyle çelişen çıkarlarının çarpıştığı ve sert rekabetin yaşandığı alanlar olarak da öne çıkmaktadırlar. Bununla birlikte; oluşturulmak istenilen ve iktisadi-siyasi-askeri güç aparatı olarak görev yapması planlanan bu küresel tanzim sisteminin ana taşıyıcıları hâlâ ulus devletlerdir – her ne kadar 1989/1990 karşı devriminden bu yana asli rollerinde derin değişimlere uğramış olsalar da.
Tekelci devlet kapitalizminin uluslararasılaştırılma süreci neoliberalizm stratejisiyle hızlandırılmıştır. Neoliberalizm, kapitalist özel sermaye birikim koşullarını dizginsizleştirme ve sürekli kılma hedefini güden bir ideoloji ve politika olarak, hem egemen sınıflar arasındaki çatışmaları körüklemekte, hem de ulus devletler ile burjuva demokrasilerinin içlerini oymaktadır. Kapitalist devlet, giderek belirli bir meşruiyet taşıyan parlamenter mutabakatın ötesinde, istikrarlı toplumsal çoğunlukları ve sosyal entegrasyonu örgütleyerek toplumsal rıza üreten yapı olmak yerine, salt tekelci burjuvazinin çıkarlarını gözeten otoriter idareci rolüne dönüşmüştür. Geleneksel burjuva demokrasileri aşılmış, parlamenter diktatörlükler oluşturulmaktadır.
Emperyalizmin gericilik tandansı ulus devletler içinde de hız kazanmıştır. Bir tarafta düzensizleştirme, esnekleştirme ve özelleştirme siyasetleri ile işçi sınıfının elde ettiği tüm kazanımlar geri alınmakta, sendikal, sosyal ve demokratik haklar budanmaktadır. Diğer tarafta ise, gerek ırkçı-faşist-milliyetçi-ayırımcı yaklaşımların teşvik edilmesi, gerekse de yaşamın her alanının militarizm baskısı altına sokulmasıyla toplumsal direnç mekanizmaları zayıflatılmakta, yasal sertleştirmeler, yasaklar ve anayasal hakların rafa kaldırılmasıyla totaliter polis devleti uygulamalarına geçiş başlatılmıştır.
Ulus devletler içerisindeki gericileşme tandansı ile birlikte emperyalist saldırganlık tandansı da ivme kazanmıştır. İkinci Dünya Paylaşım Savaşının reel sosyalist ülkeler yaratması ve sömürgecilik sisteminin yıkılmasıyla sonuçlanmasının ardından emperyalist ülkeler arasında ortak çıkarlar etrafında birleşilmesiyle ertelenen tüm çelişkiler, reel sosyalizmin yenilgisiyle birlikte tüm şiddetiyle yeniden ön plana çıkmıştır.
Gene de emperyalist güçleri birleştiren ortak çıkarlar hâlen mevcudiyetlerini korumaktadırlar. Ve bunların en önemlisi dünya piyasalarını uluslararası tekellerin mutlak boyunduruğu altına sokmanın ve dünyanın tüm doğal kaynaklarına ulaşımı ellerine vermenin önünde duran engellerin ebediyen ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle emperyalist güçler ekonomik yaptırımlarının yetersiz kaldığı durumlarda, emperyalist saldırı mekanizmasını devreye sokmakta, vekalet savaşları, işgaller, etnik ve dinsel çatışmaların körüklenmesi, ihtilaf yaratılması, otoriter ve faşizan işbirlikçi rejimlerin siyasi, askeri ve mali araçlarla desteklenmesi ile olası direniş potansiyellerini bertaraf etmeye çalışmaktadırlar. Aynı şekilde hâlâ sosyalist yönelimi olan ülkelerde sosyalist devrim sürecini geri döndürmek, karşı devrimi örgütlemek ve bu ülkelere neoliberal uygulamaları dikte etmek, emperyalist güçleri birleştiren ortak çıkarlar arasındadır.
Bununla birlikte emperyalist güçler ve kümeleşmeler arasında farklı rekabetler ve çıkar çatışmaları da gelişmekte, etki alanları üzerine sürtüşmeler artmaktadır. İlân edilmemiş bir »Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşı« içerisinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak emperyalist-kapitalist dünya düzeni içerisindeki eşitsiz gelişim nedeniyle bu paylaşım savaşı ilk etapta ekonomik ve siyasi araçlarla veya farklı coğrafyalarda ihtilaflar, etnik çatışmalar, iç savaşlar, işgaller veya askeri sürtüşmeler olarak ifade edilebileceğimiz vekalet savaşlarıyla yürütülmektedir. Silahlanmanın ve savunma (!) giderlerinin artırılması, silah satışının rekor sevilere ulaşması ve nükleer cephanelerin modernize edilmesi, farklı coğrafyalarda çatışmaların ve askeri ihtilafların körüklenmesiyle birlikte ilân edilmemiş olan bu savaşın sıcak savaşa dönüşme potansiyelini artırmaktadır. Ekonomik ve askeri güç dengelerinin değişmesi, dünya çapında hammadde kaynaklarının sınırlı hâle gelmesi ve tedarik zincirleri için yaşamsal önem taşıyan nakliyat yollarının kontrolü, sadece vekalet savaşlarına başvurulmasını değil, aynı zamanda emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin askeri araçlarla çözülmesini de gündeme getirebilecek faktörlerdir.
Sonuç yerine: Değişen dünyanın değişmeyen gerçekleri
Doğru; şiddeti artarak süren emperyalist yayılmacılığın ve orta katmanları eriterek hızla proleterleştiren, yoksulluğu yayarak kronikleştiren kapitalist sömürünün esir aldığı dünya hızla değişmektedir. Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısal krizleri, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin sertleşmesi ve önceki sayıda sıralamaya çalıştığımız trendler, egemen sınıfları değişen dünyanın meydan okumaları karşısından çözümsüzlüğe mahkûm etmektedir. Şu da doğru: dünyanın dört bir yanında çalışan sınıfların ve farklı toplumsal grupların biriken öfkesinin uluslararası düzlemde başkaldırı ve isyanları tetikleyerek aşağıdan direncin basıncını artırması, »eski düzene« karşı yıkıcı ve kurucu olması gereken örgütlü mücadele umudunu büyütmektedir. Hiç şüphesiz: Kapitalizm kendi »mezar kazıcılarını« üretmeye devam etmektedir hâlâ.
Ne var ki, tüm bu doğrular ezilen ve sömürülen toplumsal sınıf ve katmanların kurtuluşunun kendiliğinden olmayacağı, egemenlerin sınıf tahakkümlerini korumak için her yolu deneyecekleri ve Marx’ın deyimiyle »yarım kalan devrimin peşinden her zaman tam karşıdevrimin geldiği« gerçeğini değiştirmiyorlar. Örneğin Latin Amerika’nın yarım kalan devrimleri tam olarak bunu kanıtlıyorlar. Halkın ezici çoğunluğundan yana olduklarını iddia eden güçler bir ülkede iktidara geldiklerinde mülkiyet ilişkilerini çoğunluğun lehine değiştirmeden, medyayı ve genel anlamda ekonomiyi demokratikleştirmeden, katılımcılığı sağlamadan ve devlet elindeki şiddet tekeli aparatında yapısal değişeme gitmeden iktidarda kalabilmelerinin olanaklı olmadığı görülmüştür.
Resmetmeye çalıştığımız bu tablo akıllara muhtemelen Rosa Luxemburg’a atfedilen, ama aslında Friedrich Engels’e ait olan »Ya sosyalizm ya da barbarlık« sözünün ne denli güncel olduğunu getirmektedir. Rosa »Junius Broşürünün« ilk bölümünde şöyle yazar: »Friedrich Engels bir zamanlar şöyle demişti: Burjuva toplumu bir ikilem karşısında: ya sosyalizme geçiş ya da barbarlığa geri dönüş.« Ve devam eder: »Herhalde ben de herkes gibi Engels’in bu sözlerini düşüncesizce okudum ve feci ciddiyetini dikkate almadan tekrarladım. Halbuki şu an etrafımıza bakarsak bile, burjuva toplumunun barbarlığa geri dönüşünün ne anlama geldiğini görebiliriz.«
Rosa Luxemburg bunları ve devamını Birinci Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşının yol açtığı felaketlere bakarak yazıyordu. Aslına bakılırsa Rosa’nın bu bağlamda yazdıkları bir tereddüt edişin, yılgınlığın veya çaresizliğin ifadesi değil, aksine harekete geçme, değiştirmek için mücadele etme çağrısıydı. Rosa’nın teorik ve aynı zamanda pratik-retorik olan çağrısı günümüz koşullarında güncelliğinden hiçbir şey kaybetmedi. İvedi ve güncel olan çağrıya yanıt verecek basireti göstermek ise hâlâ bizlerin görevi!