Avrupa Parlamentosu Seçimleri üzerine bir analiz denemesi
9 Haziran 2024’te toplam 361 milyon seçmen 720 sandalyeli Avrupa Parlamentosu’nu oluşturmak için seçime davet edilmişti. Ortalama olarak seçmenlerin yarıdan biraz fazlası davete icabet etti. Tek tip seçim sistemi olmadığından, Avrupa Birliği üyesi ülkelerdeki seçim sonuçlarını genelleştirerek değerlendirmek pek kolay değil – kanımızca anlamlı da değil. Ancak gerek burjuva medyası gerekse de muhalif basın, partilerin ülkelere göre aldıkları oylar üzerinden seçim okuması yapmakta ve seçimlerin genel anlamda “aşırı sağ” partilerin başarıyla sonuçlandığını öne çıkartmaktalar. Salt oy oranları üzerinden bakıldığında doğru sayılabilecek böylesi yorumlarla Avrupa çapındaki siyasi, iktisadi ve toplumsal dönüşümü açıklamak yeterli olmamaktadır. O nedenle tek-tek ülkelerdeki oy oranlarıyla yer doldurmadan, kuş bakışıyla seçim sürecini ve bundan itibaren doğuracağı sonuçları ele almanın yararlı olduğu düşüncesindeyiz. Okumakta olduğunuz bu makale böylesi bir analiz denemesidir.
Eğer tek cümleyle Avrupa Parlamentosu Seçimlerini değerlendirmek olanaklı olsaydı, o zaman emperyalist saldırganlığın kitle tabanının oluştuğunu ve parlamento seçimlerinin militarizmin zaferiyle sonuçlandığını belirtebilirdik. Sahiden de Avrupa Birliği genelinde seçmenlerin, bilhassa bağımlı çalışan sınıfların çoğunluğu yayılmacı, saldırgan, ırkçı-milliyetçi ve militarist politikaları oylarıyla onaylamış durumdadır. Bu sonucun öngörülebilir olduğunu da söyleyebiliriz.
Perşembe’nin gelişi…
Doğru, sonuçlar emekten ve barıştan yana olanlar açısından tam anlamıyla bir felaket. Özellikle Avrupa Birliği’nin büyükleri olan Almanya, Fransa ve İtalya’da seçmenlerin ezici çoğunluğu, kendi çıkarlarına ters bir şekilde savaş kartelini desteklediler. Elbette bu destek tam anlamıyla egemen siyasetin her dediğine “evet” demek anlamına gelmiyor. Ancak seçmenler egemen sınıfların politikalarını, nihâyetinde sosyal ve demokratik haklarda kısıtlamalara yol açacağını bilerek, en azından kabullenmişlerdir. Çünkü yayılmacılığın kendilerine yaradığının ve imtiyazlı coğrafyada yaşadıklarının farkındadırlar. Bununla birlikte 9 Haziran seçimleri İkinci Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında Avrupa’daki egemen sınıflar ile burjuva toplumlarının kabul ettikleri “demokratik mutabakatın”, yani ırkçı-faşist siyasi formasyonların mutabakat dışı bırakılması kararının feshedilmesi anlamını da taşımaktadır. Sonucunda içinden geçmekte olduğumuz çağ kırılması ve 1989/1990 sonrası ivme kazanan küresel karşı devrim süreci 9 Haziran seçimlerinin sonucunu hazırlamıştır.
Aslına bakılırsa Avrupa’daki seçmenler Avrupa Parlamentosu’nun özünde “kâğıttan kaplandan” farksız olduğunun ve asıl kararların Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvelerinde alındığının bilincindedir. Örneğin geçen seferki seçimlerden sonra parlamentodaki grupların aday olarak önerdiği ve aynı zamanda “Avrupa Halk Partisi” çatısı altında birleşen muhafazakâr partiler grubunun lideri konumunda olan Manfred Weber’in yerine Ursula von der Leyen’in Devlet ve Hükümet Başkanlarının kararıyla AB Komisyon Başkanlığına getirilmiş olması hâlâ hafızalarda. Seçimlerden sonraki ikinci günden itibaren burjuva medyasının dahi seçim sonuçlarına haber değeri vermemesi, Avrupa Parlamentosu’nun önemini veya daha doğru bir deyimle, önemsizliğini kanıtlamaktadır.
Ancak Avrupa Parlamentosu egemen sınıflar için önemli bir araçtır. Bilhassa otoriter neoliberal uygulamalara, paternalist yönetim anlayışına, demokratik ve sosyal hakların erozyonuna karşı gelişen toplumsal hiddeti sisteme zararsız alanlara kanalize edebilmek için kullanılan bir nevi paratoner olarak! Avrupa çapında ırkçı-faşist formasyonların güç kazanmasını da bu bağlamda ele alabiliriz.
Özgür basında “Avrupa’da faşizm tehlikesinin arttığına” dair görüşler çoğunluk kazanıyor olsa da bu görüşlere tam katılmadığımızı belirtmeliyiz. Bu tip yorumların faşizmi ve ırkçı-faşist hareketlerin karakteristik özelliklerini izafileştirmesi bir yana, asıl resmin görülmesini engellediği düşüncesindeyiz. Sanki iktidardaki veya parlamentolarda muhalefet rolünü oynayan burjuva partilerinin politikaları hiç ırkçı, milliyetçi ve faşizan değilmiş gibi…
Daha önceki yazılarımızda – Almanya örneğini vererek – tekelci burjuvazinin henüz açık faşist diktatörlüğe gereksinim duymadığını, faşist hareketleri her zaman yedeğinde tuttuğunu ve artık parlamenter diktatörlüğe dönüşmüş olan burjuva parlamenter demokrasilerini çıkarlarını kollamak için yeterli gördüğünü örneklerle açıklamaya çalışmıştık. O açıdan günümüzde ırkçı-faşist formasyonların oy patlaması yapmış olmaları da bu gerçeği değiştirmemektedir.
Peki, bu oy patlamasının nedenleri nelerdir? Bir kere korku toplumuna dönüşmüş burjuva toplumlarının yoksulluğun yaygınlaşması, artan hayat pahalılığı, reel ücret kayıpları, savaş ve kriz masraflarının sırtlarına yüklenmesi nedeniyle etabile partilere duydukları hiddet önemli bir neden olarak görülmelidir. Egemen siyasetin iktisadi ve toplumsal sorunların günah keçisi olarak göçmen ve mültecileri hedef yapması, ırkçı ve ayrımcı yasaları sertleştirmesi ve savaş naraları atması, güvensizlik ve belirsizlik ortamını derinleştirmiştir. Aynı şekilde iklim korunması adı altında salt sermayeye yarayan pahalı dönüşüm adımları – aynı Corona Pandemisi dönemindeki sert uygulamalar gibi – paternalist yönetim biçimi olarak algılanmış ve ciddi tepki toplamıştır. Sosyal demokrat ve Yeşiller gibi partilerin muhafazakâr ve liberal partilerle aynı cephede yer almaları, reformist solun sefaletiyle birleşince, seçmenler “yukarıdakilere gününü göstermek” için ırkçı-faşist formasyonları alternatif olarak görmeye başlamışlardır.
Sırası gelmişken şunu da eklemeyi gerekli görüyoruz: Sömürgecilik tarihi ile emperyalist yayılmacılığın nimetlerinden (!) faydalanan Avrupa burjuva toplumlarının çoğunluğu – ki, buna işçi sınıfının imtiyazlı kesimlerini de dahil ediyoruz – hâlâ “beyaz” ve dünyanın geri kalanından üstün oldukları düşüncesindedirler. Yaşadıkları refah coğrafyasının ayakta kalması için, dünya çapında hammadde ve enerji kaynaklarına engelsiz ulaşımın, üretilen zenginliğin Avrupa’ya akmasının ve bunu sürdürebilmek içinse “Batının” hegemonyasının gerekli olduğunun bilincindedirler. Bu gerçeğin ırkçı-faşist formasyonların işini kolaylaştıran bir faktör olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer taraftan Avrupa’daki reformist toplumsal ve siyasi sol sınıf mücadelesi yerine kapitalizmin (ama sadece Avrupa’da) sivriliklerini törpülemeye ve parlamenter kretenizme karar vererek, Ukrayna-Rusya savaşı ile İsrail’in saldırıları konusunda NATO’nun yanında saf tutmasıyla, toplum nezdinde kendini alternatif olmaktan çıkarmıştır. Aksine, reformist sol bugün etabile akım olarak algılanmaktadır. Nihâyetinde ırkçı-faşist formasyonlar toplumun korkuları ve hiddeti üzerinden geliştirdikleri ve burjuva partilerinin de yeniden ürettikleri popülist söylemler sayesinde başarı sağlamışlardır.
Doğu’dan Batıya, Kuzeyden Güneye – Avrupa’daki ırkçı-faşist formasyonlar istisnasız ne NATO’ya ne militarizme ne emperyalist saldırganlığa ne de neoliberal politikalara karşı çıkmaktadırlar. Aksine – Rusya konusundaki kimi farklı yaklaşımlarına rağmen – hepsi egemen siyaseti desteklemekte ve daha militarist, daha ırkçı, daha neoliberal ve daha saldırgan olması için sağdan baskı uygulamaktadırlar. Bu ise, zaten göç ve mülteci politikalarını bir egemenlik aracı olarak kullanan egemen sınıfların işine gelmekte, çıkarlarını kollamaktadır.
Quo vadis, Evropa?
9 Haziran seçimleri, her ne kadar partilerin aldıkları oylar açısından üye ülkelerdeki gelişmeler belirleyici olsa da Avrupa genelinde ırkçı-faşist pozisyonların olağan hâle geleceğine işaret etmektedir. Bu da önümüzdeki dönemde göç ve mülteci politikaları üzerinden toplumsal rıza üretimini hızlandıracaktır. Özellikle iş, konut, emeklilik ve diğer sosyal alanlardaki dağılım mücadelesinin sertleşeceği ve adaletsizliğin, güvencesizliğin ve belirsizliğin derinleşeceği ortamlarda, demobilize edilmiş toplumsal direniş mekanizmalarının eksikliği altında günah keçisi siyasetine ivme kazandıracaktır. O açıdan önümüzdeki dönemde yapılacak ulusal parlamento ve/veya eyalet/bölge seçimlerinde ırkçı-faşist partilerin yeni seçim başarılarının şimdiden öngörülebilir olduğunu söyleyebiliriz. Bunların en yakın örneğini Haziran sonunda Fransa’da yapılacak ulusal parlamento veya Eylül ayında Almanya’da gerçekleştirilecek eyalet seçimlerinde görebileceğiz.
Peki, yakın gelecek için öngörülebilir olanlar nedir? Öncelikle yeni oluşturulacak AB Komisyonu beklenecek gelişmelere ışık tutacaktır. Ursula von der Leyen’in yeniden Komisyon Başkanı seçilmesinden ve en azından İtalya’daki ırkçı-faşist Meloni hükümetinin açık destek vereceğinden hareket edebiliriz. Bunun sonucunda da Avrupa Birliği’nin dünya çapında düzen koyucu ve koruyucu güç olabilmesi için silahlanmaya daha fazla bütçe ayrılacağını ve küçük üye devletler üzerindeki militarist baskının artırılacağını bekleyebiliriz. Avrupa genelinde yaşamın her alanının askeri-sınai kompleksin hizmetine açılmasının, Rusya ve Çin’e yönelik iktisat savaşının daha da tırmandırılmasının ve Ukrayna yardımları üzerinden Avrupa Birliği ordularının Rusya’ya karşı savaşa doğrudan katılmalarının önünün açılmasının işaretleri çoktan verildi zaten. Avrupa toplumları da buna ikna ediliyor. Örneğin eski Alman Dışişleri Bakanı SPD’li Sigmar Gabriel verdiği bir demecinde “Sovyetler Birliği’ni nasıl dize getirdiysek, Rusya’yı da öyle dize getirecek güce erişmeliyiz” derken, SPD’nin liste başı adayı Katarina Barley “Avrupa Birliği kendi nükleer silahlarına sahip olmalıdır” talebini yükseltiyordu. Avrupa Parlamentosunda oluşmuş olan şimdiki çoğunluğun bu militarist siyasi hattı tam destekleyeceğini söyleyebiliriz.
İktisadi açıdan bakıldığında, özellikle Çin ile olan rekabet açısından, Avrupa çapında büyük sermaye fraksiyonlarının şimdiye kadarki “Green New Deal” denilen ekolojik yenilenme ve iklim koruması politikalarından geri adım atma kararını verdiklerini görebiliriz. Bilhassa Fransa ve Almanya’da nükleer enerji kullanımına geri dönülmesi konusunda baskılar artmaktadır. Zaten Haziran sonunda gerçekleştirilecek olan Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi tarım sektöründe iklim korunması yönetmeliğinin yumuşatılmasını ve enerji sorusunu gündemine almış durumda. Oy oranları zayıflayan Yeşil partilerin hükümetlerde kalabilmek uğruna taviz vermeye hazır oldukları sinyalini veren demeçleri şimdiden okumak mümkün. Çünkü muhafazakâr ve liberal parlamento grupları, sosyal demokrat ve Yeşil grupların bu değişim politikasını desteklememeleri durumunda “ılımlı aşırı sağ” ile iş birliğine hazır olduklarını gösterdiler. Kaldı ki, Almanya örneğinde görülebileceği gibi, Yeşiller iktidar için yeterince oportünist ve “esnek” olduklarını kanıtladılar.
Avrupalı emperyalist güçlerin çatı örgütü olan Avrupa Birliği’nin, dolayısıyla üye devletlerin otoriter neoliberalizmi, yayılmacı militarizmi ve sermaye çıkarlarının korunmasını sürdürülebilir kılabilmeleri için gerekli gerekli olan diğer taşıyıcı sütun, demokratik ve sosyal hakların daha da kısıtlanmasıdır. Rusya-Ukrayna savaşı ve İsrail’in saldırıları bağlamında tüm Avrupa’da demokratik hak ve özgürlüklerin nasıl kısıtlandığına son dönemde şahit olduk. Bundan sonra da “Rusya ve Çin gibi despotik ülkeleri desteklemek” veya “İsrail karşıtlığı yaparak Antisemitik söylem kullanmak” gerekçesiyle, her türlü düşünce özgürlüğünün rafa kaldırılacağından, basın-yayın alanında tek tipleştirmenin yaygınlaşacağından ve eğitim-öğretim sisteminin “devlet aklı – devlet çıkarları” tarafından biçimlendirileceğinden hareket edebiliriz.
Sonuç yerine
Nihâyetinde Avrupa’daki emperyalist güçler ilân edilmemiş Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşındaki yerlerini aldılar ve “vatan cephesini” buna hazırladılar. Ancak gerek ABD’nin stratejik çıkarları gerekse de dünyanın geri kalanının eskisi gibi boyun eğmemesi, tüm güçlerine rağmen istediklerini gerçekleştirmelerini zora sokmaktadır. İktisadi ve sosyal sorunlar, çoklu kriz ortamlarının meydan okumaları ve uluslararası durum Avrupalı emperyalistleri hem geriletmiş hem de daha saldırganlaştırmıştır. Bu ise Avrupa’yı işbirlikçisi olan rejimlere daha fazla taviz vermeye zorlamaktadır. 9 Haziran seçimlerinin bir diğer meşum sonucunun Orta Doğu’da yeni savaşlara ve kırımlara yol açacağını öngörmek pek zor değil.