Güç dengelerinde değişim mi?
NATO-AB-Türkiye ilişkilerindeki eğreti görüngülerinin arka planına bir bakış
Bu makale Politika Gazetesi’nin 43. sayısında yayımlanmıştır.
Mayıs 2017’de yapılan son NATO ve G7-Zirveleri, ABD başkanı Trump’a karşı »eski kıtada« büyük bir karşı koyuş görüngüsünü ortaya çıkardı. Burjuva medyası Trump’ı çeşitli sıfatlarla eleştirirken, adını Putin, Erdoğan veya Urban gibi, »despotik yönetici« olarak tanımlanan isimlerle aynı anda sayıyor. Özellikle Trump’un ABD’ne geri döner dönmez, uluslararası iklim antlaşmasından ayrılacağını açıklamasıyla, sadece burjuva medyası değil, Avrupa’daki reformist sol da aynı çentiğe vurmaya başladı. F. Alman şansölyesi Merkel’in zirve görüşmelerinden sonra yaptığı bir açıklamada AB’nin »bağımsız güç politikası« uygulaması gerektiğini vurgulaması, tüm Avrupa’da destek buldu. Merkel, »Avrupalılar olarak kendi kaderimizi kendi elimize almalıyız« ve »dünyada güç ilişkileri değişiyor« derken, F. Alman dışişleri bakanı Gabriel de, ABD’nin dünyanın »öncü gücü« rolünden uzaklaştığını belirtti. Aynı şekilde AB kurumlarından da benzer söylemler geliyor. Örneğin AP sosyaldemokrat grubunun başkanı, »artık AB’ndeki silahlı kuvvetlerin daha hızlı bir biçimde kaynaşmalarını sağlamak zorundayız, çünkü ABD, her ne kadar belirleyici bir partner olsa da, her konuda en önemli partner değildir artık« diyor.
Trump’un »porselen dükkanına giren bir fil« misali olan yönetim tarzı kuşkusuz »eski kıtanın« yönetici kliklerinin sadece tuhafına gitmiyor. Aynı zamanda bir gün söylediğini başka bir gün değiştiren, diplomatik kuralları hiçe sayan ve güvensizlik yaratan ağzı bozuk bir ABD başkanı ile çalışmak zorunda kalışları, Avrupalı siyasi elitleri son derece rahatsız ediyor. Ancak bu »rahatsız ediş« Kuzey Atlantik ittifakını ve emperyalist işbirliğini herhangi bir şekilde değiştirmeyecek. Nitekim 30 Mayıs 2017 tarihli FAZ gazetesi, F. Alman içişleri bakanı de Maiziére F. Almanya’nın BfV, BND ve MAD gibi temel istihbarat örgütlerinin bir araya geldiği bir »değerlendirme toplantısında« Avrupa’daki servisler ile ABD gizli servis örgütlerinin, bir çok ayrı alanda olduğu gibi »mükemmel bir işbirliği« içerisinde olduğunu ve »işbirliğinin bozulduğuna dair herhangi bir emarenin görünmediğini« söylediğini bildiriyordu.
Diğer tarafta, burjuva medyasının Trump ile aynı anda hedef tahtasına koyduğu isimlerden birisi olan Erdoğan ve yönetimine karşı da eleştiri dozlarının artırıldığına tanık oluyoruz. AKP-Saray-Rejimi ile olan ilişkilerde kafa karıştırıcı bir tuhaflık da yok değil. Bir tarafta Türkiye’nin AB ekonomisi ve güvenliği için »vazgeçilmez bir partner olduğu« söyleniyor, ama aynı zamanda da, Türkiye ile sürdürülen »AB üyelik görüşmelerin durdurulması«, hatta »Türkiye’nin NATO üyeliğinden çıkartılması« tartışılıyor.
Tüm bu gelişmeler sahiden de emperyalist-kapitalist dünya düzeninin en önemli aktörleri arasında ciddi çelişkilerin söz konusu olduğuna, çıkar çatışmalarının keskinleştiğine ve işbirlikçi ülkeler üzerinde farklı baskı mekanizmalarının kullanılmak istendiğine işaret ediyor. Görüngüler, eğreti durmakla beraber emperyalist-kapitalist dünya düzenin güç dengelerinde belirli bir değişimin gerçekleşmekte olduğunu gösteriyor. Ancak salt bu görüntülere bakarak Merkel’in ve burjuva medyasının söylediklerine inanmak, gelişmeleri değerlendirmek için yeterli olmayacaktır. Güç dengelerinde sahiden bir değişim söz konusu mu, eğer öyleyse kimin yararına, kimin zararına? ABD ve AB karşı karşıya mı geliyor? AKP-Saray-Rejimi kimilerinin sürekli tekrarladığı gibi emperyalist güçler tarafından istenmiyor mu? Ve buradan Türkiye, Kürdistan ve bölge için olumlu sonuçlar çıkabilecek mi? Gelişmelerin arka planına bakış, bu soruları yanıtlamamıza yardımcı olacaktır.
Avrupa’nın tarihsel arzusu
ABD ile »eşit göz hizasında« hareket edebilmek, Avrupa’nın, Lenin’in 1916’da açıkladığı biçimiyle »eski« ve »yeni« kapitalist ülkelerinin uzun zamandır arzuladıkları bir durumdur. Örneğin burjuva uzmanları arasında »Alman ulusal ekonomisinin babası« olarak nitelendirilen Friedrich List, daha 1840’lı yıllarda »Avrupa’daki kıta ittifakı ile genç ABD arasında sert bir rekabetin başlayacağını« öngörmüş ve »bu rekabetle başa çıkmanın yolları aranmalıdır« uyarısını yapmıştı. 1903 yılında kurulan »Orta Avrupa Ekonomi Derneği« ise, »Bordeaux’dan Sofya’ya kadar kurulu bir iktisat bloğu Avrupa’ya dünyadaki önemini vurgulayacak gerekli ekonomik gücü verebilir« diyordu. Alman faşizminin ekonomistleri de 1940’da »Kuzey ve Güney Amerika’nın devasa iktisat blokları, Yen-Bloğu ve Sterlin-Bloğunun kalıntılarına karşı başarılı bir karşı koyuş, ancak kıta Avrupa’sında kurulacak bir büyük alan iktisatı ile olanaklı olacaktır« tespitini yapıyorlardı.
Aslında »eşit göz hizası« isteği, Alman burjuvazisinin özgün isteğiydi her zaman. Özellikle İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında, »Almanya’nın gücüne ancak ortak Avrupa evinin çatısında ulaşması olanaklıdır« görüşü hakim görüş haline geldi. Avrupa’daki emperyalist güçlerin farklı gelişimleri, geleneksel çıkar örtüşme ve çelişkileri savaş sonrasındaki Avrupa’yı da etkilemişti. Sonuçta her ülkedeki kapitalizmin farklı gelişme süreçleri, coğrafi koşulların, kültürel ve siyasi geleneklerin ve o ülkenin uluslararası iş bölümünde aldığı konum ile o ülkedeki sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesinin koşulları tarafından belirlenmektedir. Örneğin Britanya’daki mali sektör özgün gelişme süreciyle, F. Almanya ve Fransa’da olduğundan geleneksel olarak daha fazla önem taşımaktadır. Bunun temel nedeni, Britanya’nın sömürge geçmişidir. Zaten Marx »Das Kapital«de sömürge sistemini, »kamusal borçlar sisteminin, boş gezinen rantçılar sınıfını, anonim şirketleri ve borsa oyunlarını yaratan serası« olarak nitelendirmektedir, ki Britanya 19. Yüzyıl’ın sonundan bu yana »rant devleti« olarak tanımlanmaktadır.
Başka bir örneği, F. Almanya ve Fransa’daki tekelci devlet kapitalizmlerinin yüzeysel bir karşılaştırmasını ele alalım: Fransa aktif bir sanayi politikası uygulamakta ve devlet aparatıyla iktisat yönetimine doğrudan müdahale etmektedir. Enerji, silah, lojistik, otomotiv ve ulaşım gibi önemli sektörlerdeki büyük tekellere devletin ortak olması geleneksel bir olgudur. Örgütlü işçi sınıfı mücadeleci bir geleneği yaşatmaktadır. Zaten bu nedenle neoliberal dönüşüm Fransa’da tökezletilebilmiştir. Ancak bunun sonucunda da, Fransa’nın »rekabet yetisi« zayıflamıştır. F. Almanya ise ihracat şampiyonudur. 1950’lerden bu yana sürekli olarak ticaret fazlalığı elde etmekte ve Avrupa ülkelerine borç veren tefeci durumuna yükselmiş durumdadır. İhracat önceliğine ücretler, çalışma koşulları ve sosyal giderler üzerindeki baskıyı mütemadiyen artıran bir »istikrar politikası« refakat etmektedir. İşçi sınıfının örgütlenme düzeyi ve üye sayısı yüksek güçlü sendikalarla temsil edilmesine rağmen, hem emek örgütlerinin »sosyal partner« hâline getirilmeleri, hem de düşük ücret sektörü, aynı iş yerinde birden fazla toplu iş sözleşmesi ve işsizlere yönelik devlet yaptırımları ile işçi sınıfının kendi içinde bir kaç parçaya bölünmesi nedeniyle sınıf mücadelesi zayıflamış, sendikalar çalışanların sınıf çıkarlarını ülkenin veya şirketlerin çıkarlarının boyunduruğuna sokmalarına rıza göstermelerini sağlamışlardır. Bu durum ise, F. Alman sermayesinin dünya çapındaki »rekabet yetisini« olağanüstü artırmaktadır. Sonuç itibariyle AB’nin F. Alman sermayesinin iç pazarına dönüşmesinin temel nedeni, Britanya, Fransa ve F. Almanya’daki gelişme süreçlerinin farklılığıdır. O açıdan, tüm Avrupa kıtasını kapsayan bütünleşmiş bir iktisat bölgesinin yaratılmasının, en başta F. Alman emperyalizminin yaşamsal çıkarlarından olduğu ve ABD ile »eşit göz hizasını« en fazla F. Almanya’nın istediği, hatta bu hedefine en çok yakınlaştığı dönemde olduğumuz söylenebilir.
Lenin bu konuda »ülkeler arasındaki ilişkinin temeli, genel iktisadi, mali, askeri ve diğer alandaki güçleridir. Güç ilişkileri değişebilir, çünkü kapitalizm koşullarında tek tek şirketlerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit gelişimi olanaksızdır« tespitini yapmıştı. O açıdan bugün ortaya çıkan görüngülerin güç ilişkilerindeki değişimlere işaret ettiklerini söyleyebiliriz. Ve bu bağlamda da günümüz AB’ndeki çelişki ve ayrışmaların, ABD’nin ekonomik açıdan gerilemesi ve çok kutuplu bir emperyalist-kapitalist dünya düzenine geçiş süreci tarafından karakterize edilen uluslararası güç ilişkileri çerçevesinde gerçekleştikleri sonucuna varabiliriz. Ama her ne kadar yeni dönemin öne çıkan emperyalist gücü F. Almanya olsa da, ABD’nin öncü rolünün henüz kırılamadığı da unutulmamalıdır.
Trump karşıtlığının gizledikleri
ABD ve AB arasındaki ilişkileri burjuva medyası üzerinden okuduğumuzda, müthiş bir Trump karşıtı söylemin kullanılmakta olduğunu görmekteyiz. AB’nin önde gelen siyasetçileri, burjuva medyası, hatta kısa bir süre önce F. Alman Protestanlar Gününe katılan eski ABD başkanı Obama dahi, Merkel’in »Batı dünyasının değerlerinin ve ilkelerinin en önemli koruyucusu« olduğunu vurguluyorlar. Merkel de, Trump ABD’ne döndükten sonra, »ABD-AB ilişkilerinin ancak Batı’nın değer ve ilkeleri temelinde yürütebileceğini« söylemekteydi.
Batı’nın »değer ve ilkelerinin« ne olduğunu F. Alman Dış Ticaret Birliği başkanı Anton Börner’den öğrenebiliyoruz: »Çin veya Rusya gibi ülkeler bizim adil rekabet ve serbest ticaret anlayışımızı üstlenmek zorundadırlar, bizim ideolojik yönelimli devletlerin ve bunların toplum biçimlerinin kurallarını üstlenmemiz söz konusu değildir«. »Adil rekabet ve serbest ticaret anlayışının« özünde ne anlama geldiğini, bağımsız devletlerin hükümranlık hakları ile ulusal parlamentoların yetkilerinin nasıl oyulacağını, neoliberal dönüşümün nasıl yaygınlaştırılacağını uygulamaya sokulmak istenilen TTIP, CETA ve TISA gibi uluslararası serbest ticaret antlaşmalarından biliyoruz. O açıdan »değer ve ilkelerden« kastedilenin, tüm dünyayı emperyalist boyunduruk altına sokmaktan başka bir şey olamadığını söyleyebiliriz. Demokrasi, insan hakları veya temel hak ve hürriyetler gibi »değerlerin«, kuvvetler ayrılığı gibi »ilkelerin« bu çerçevede üzerlerine yazılı oldukları kâğıdın ederi kadar dahi değeri olmayacaktır.
Ama diğer taraftan da Avrupa toplumları arasında neoliberalizmin ve militarizmin tılsımlarını yitirmekte olduğu ve şimdilik sağ popülist formasyonlar üzerinden bir itirazın kendini ifade ettiği gerçekleri karşısında, yeni bir uyuşturucu söylem ihtiyacı doğmuştur. Trump’un patavatsız kişiliği ise bu ihtiyacı karşılayacak fırsatı yaratmaktadır. Böylelikle Trump karşıtı söylem, olağan koşullarda parlamentolardan zor geçirilebilecek olan saldırgan, yayılmacı ve militarist kararlara toplumsal rıza kazandırmanın bir aracı hâline getirilmektedir.
Dünya ticaretinin aksaksız yürütülebilmesinin »Trump yönetiminin korumacı politikalarına bırakılamayacak derecede önemli olduğu« gerekçesiyle, »F. Almanya öncülüğündeki AB’nin, ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurması gerektiği« savunulmaktadır. Bir diğer iddia da, »ABD’nin önden gittiği, Avrupa’nın da onun takipçisi olduğu« dönemin bittiği iddiasıdır. Başladığı söylenen yeni dönemin meydan okumalarıyla başa çıkabilmenin temel koşulunun »Avrupalı devletlerin her alanda daha güçlü işbirliğine girmeleri gerektiği« tezi de bu iddiaya dayandırılmaktadır.
Yeni stratejik partnerlikler
»Daha güçlü işbirliği« istemi sadece Avrupa ile sınırlı değil. Hâlihazırda F. Almanya üzerinden »geleceğin dünya güçleri« olarak tanımlanan Hindistan ve Çin Halk Cumhuriyeti ile ikili ilişkiler kurulmakta ve genişletilmeye çalışılmaktadır. Yatırım danışmanları Hindistan’ın 25-30 yıl içerisinde satın alma gücü açısından dünyanın ikinci büyük yurtiçi GSMH’na sahip bir gelişme göstereceğini tahmin ediyorlar. 2017 Mayıs’ında Berlin’de gerçekleştirilen »4. Alman-Hint Hükümet Konsültasyonlarında« Merkel ve Hindistan başbakanı Narendra Modi »Hindistan ve Almanya arasındaki stratejik partnerliğin dış ve güvenlik politikalarındaki işbirliğini derinleştirerek ve ticaret ve yatırım ilişkilerini iyileştirerek güçlendirilmesini« öngören bir dizi antlaşmayı imzaladılar. F. Alman emperyalizmi böylelikle hem AB-Hindistan ilişkileri, hem de ikili antlaşmalar üzerinden Asya’daki etki alanını genişletmeyi ummaktadır.
Bununla birlikte Çin ile olan ikili ilişkiler de sistematik bir biçimde genişletilmeye çalışılıyor. Gene 2017 Mayıs’ında Çin başbakanı Li Keqiang ile bir araya gelen Merkel, »son yıllarda daha önem kazanan ve artık stratejik partnerimiz olan Halk Cumhuriyeti ile işbirliğinde küresel sorunların çözümüne ağırlık vereceğiz« açıklamasını yapmıştı – ancak Çin’in »serbest ticarete daha fazla olanak tanıması gerektiğinin« altını çizerek. Özellikle İklim Konvansiyonu temelinde F. Almanya ve Çin’in aynı politikaları savunması ve bunun da Fransa tarafından desteklenmesi, F. Alman burjuva medyasında »F. Almanya ve Fransa’nın Batılı olmayan bir partner ile ABD politikalarının karşısında konumlanmaları, F. Almanya’nın taktiksel ittifak opsiyonlarını genişletecektir« biçiminde yorumlanmıştı.
Almanya ve Fransa’nın ABD politikalarının karşısında konumlanma görüngüsü sadece iklim koruma ve serbest ticaret alanlarıyla sınırlı değil. İki ülke AB çatısı altında Ortadoğu’da da daha fazla etkinlik kazanmaya çalışıyorlar. Örneğin Filistin-İsrail ihtilafında Brüksel’de AB’nin »İsrail’in BM Şartına aykırı olarak oluşturduğu yerleşim bölgelerinde üretilen mallara ve yerleşim bölgelerine yatırım yapmak isteyen Avrupalı şirketlere yaptırım uygulanması« planları açık olarak tartışılmaktadır. Zaten Berlin uzun zamandır AB’nin Filistin ve İsrail arasındaki tartışmalarda daha etkin rol oynamasını istemekteydi. Şimdi ise bu tartışmalarla F. Almanya’nın bağımsız bir alternatif güç olarak Ortadoğu’daki gelişmelere müdahil olma arzusu iyice belirginleşti.
Ancak arzu edilen ile arzu edilenin gerçekleştirilmesi iki ayrı şeydir. Her ne kadar F. Almanya ve Fransa AB’nin ortak askerî formasyonunu oluşturmaya çalışsalar, bunun içim NATO’dan bağımsız »Askerî Planlama ve Yönetim Merkezi« (MPCC) adında bir askerî karargâh kurmuş olsalar da, ABD’nin belirleyici pozisyonundan bağımsızlaşamamaktadırlar. ABD, AB ordularına Mali, Merkez Afrika Cumhuriyeti ve Somali gibi ihtilaf bölgelerinde hareket serbestisi tanımakta, ama Ortadoğu’da da ipleri elinden bırakmak istememektedir. Nitekim son NATO Zirvesinde, NATO’nun »Anti-DAİŞ-Koalisyonuna katılma« kararının alınmasıyla, F. Almanya ve Fransa’nın başlarına buyruk davranamayacakları da gösterilmiş oldu.
Güç dengelerinde F. Almanya lehine olan tüm değişimlere rağmen, F. Alman emperyalizminin ABD emperyalizmi ile olan ilişkilerinde herhangi bir kırılmayı – henüz – göze alamadığını ve bu durumun daha uzun bir süre böyle devam edeceğini tespit edebiliriz. Kaldı ki »güvenlik« politikaları açısından F. Almanya’nın ABD ile hâlâ öncelikli olarak görülen askerî ittifaktan ayrılmasının hiç bir maddî temeli yoktur. Sadece silahlanma giderlerine baktığımızda, AB’nin toplam silahlanma bütçesinin – 55,5 milyar Dolar ile Britanya, 51 milyar Dolar ile Fransa ve 40 milyar Dolar ile F. Almanya – ABD’nin 600 milyar Doları aşan bütçesinin yakınına dahi gelemediğini görebiliriz.
Almanya açısından bu durum arzu edilenlerin, gerçeklerin arkasına itilmesini zorunlu kılıyor. Elbette NATO’nun karar altına aldığı »NATO üyeleri savunma giderlerini yurtiçi GSMH’nin yüzde ikisine yükseltmelidirler« zorunluluğu, F. Alman emperyalizminin işine geliyor. Ancak reel durum, AB’nin istenilen »özerkliğe« kavuşmasının ve gerekli olan militarist dönüşümün sadece NATO çatısı altında olanaklı olacağını gösteriyor. Çünkü Brexit kararıyla AB’nden ayrılan Britanya’nın AB militarizmine katkısı ancak NATO ile sağlanabilecek, Polonya ve Baltık ülkelerinin kontrol altında tutulabilmeleri ancak NATO üyeliği üzerinden olanaklı olacaktır. Nitekim NATO’nun »Avrupa kanadı« Doğu Avrupa ve Afrika’da görevler üstlenerek, stratejik ağırlığını Pasifik’e kaydıran ABD’nin işini kolaylaştırmak zorundadır.
Sonuç yerine
Başlıktaki soruyu, evet güç dengelerinde bir değişim var, ancak bu emperyalist-kapitalist dünya düzeninde radikal bir değişime yol açacak derecede değildir, diyerek yanıtlayabiliriz. Emperyalist-kapitalist dünya düzeni, ilân edilmemiş, ama fiilen yürütülen »Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşı« çerçevesinde kendini yeni dengelerle yeniden üreterek varlığını sürdürmektedir. Çıkar çatışmalarına rağmen, ABD ve AB’nin karşı karşıya gelmeleri söz konusu değildir, sadece uluslararası iş bölümü yenilenmekte, ülkelerin eşitsiz gelişimi çelişkileri büyüterek devam etmektedir.
Değişimler, zaten çoklu kriz ortamında debelenen AKP-Saray-Rejimi üzerindeki baskıları artırmakta, emperyalizme daha da bağımlı kılmakta ve aynı zamanda açık faşist diktatörlüğe geçiş koşullarını yaratmaktadır. Türkiye ve Kürdistan’ın bölge politikaları açısından giderek artan jeostratejik önemi, neoliberal ekonomi politikalarının sürdürülebilir kılınması, Suriye ve Irak’taki belirsizlikler, Rusya ve İran’ın kontrol altına alınmak istenmeleri, Türkiye’deki hegemonya krizinin çözülmesi zorunluluğunu dayatmaktadır. AKP-Saray-Rejiminin bir »istikrarsızlık faktörü« olarak algılanması, bürokraside oluşturulan AKP-CHP-MHP ittifakının kırılganlığı ve derinleşen toplumsal bölünmüşlük; bununla birlikte sermaye birikim süreçlerinde ortaya çıkan aksaklıklar ve ekonomik darboğaz tehdidi, emperyalist güçlerin otoriter bir »çözüme« yönelme olasılığını aşırı derecede artırmıştır. Gücünün zirvesindeymiş gibi görünen AKP-Saray-Rejimi şu an son derece kırılgan bir zemin üzerinde hareket etmektedir ve bu nedenle de saldırganlığı artmaktadır.
Türkiye ve Kürdistan’daki gelişmeler, Suriye ve Irak’taki belirsizlikler ve bölgenin, güncel Suudi Arabistan-Katar krizinde olduğu gibi, çatışmaları körükleyebilecek diğer ihtilafları, emperyalist güçlerin bölge üzerinde tam hakimiyet kuramadıklarını gösterdikleri kadar, kan denizini hızla daha da büyütebilecek bir savaş tehdidinin akut hâle geldiğine işaret etmektedir. Güç dengelerindeki değişimler sadece Ortadoğu ve dolayısıyla Türkiye’yi değil, tüm dünyayı kasıp kavuracak bir yangın sürecini tetikleme potansiyelini de taşımaktadırlar. Ve tüm bunlar da, Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürdistan Özgürlük Hareketinin ne denli büyük bir meydan okuma ile karşı karşıya olduklarını göstermektedir.