Devrim – Proletarya olmadan asla!
SYKP tarafından 16 – 17 Aralık 2017 tarihlerinde Basel’de gerçekleştirilen »100. Yılında Ekim Devrimi Sempozyumu«nun »Ekim Devriminde ve günümüzde işçi sınıfının durumu ve rolü nedir?« başlıklı ikinci oturumda yapılan konuşmanın metni:
Karl Marx ve Friedrich Engels »Komünist Partisi Manifestosu«nda, üretici güçlerin gelişimiyle burjuvazinin sadece kendisini yok edecek olan silahları değil, aynı zamanda proletarya ile bu silahları kullanacak olanları da yarattığını vurgulamaktadırlar. Marksist-Leninist dünya görüşüne göre kapitalizmi yıkarak, tüm insanlığı sömürü ve baskıdan kurtaracak olan yegane toplumsal sınıf, proletaryadır. Proletarya, elbette kendisi için sınıf olarak, komünist toplumun yaratıcısı olacaktır. İşçi sınıfının bu tarihsel misyonu, yani proletaryanın kendisi için sınıf olarak ve bilimsel sosyalizmi temel alarak, işçi sınıfı partisinin öncülüğünde kapitalist toplumu devrim ile yıkıp, siyasi iktidarı ele geçirip, bu iktidarı sosyalizme ve nihayetinde komünizme doğru devrimci değişim için kullanma misyonu, insanlık tarihinde yepyeni bir çığır açmıştır. Lenin bu nedenle »Karl Marx’ın öğretisinin tarihsel kaderi« başlıklı makalesinde: »Marx’ın öğretisinin en önemli yanı, sosyalist toplumun yaratıcısı olarak proletaryanın insanlık tarihindeki rolünün açıklığa kavuşturulmuş olmasıdır« diye yazar. Nitekim işçi sınıfının bu tarihsel rolü, kendisini sınıf mücadeleleri içerisinde, yüzüncü yıldönümünü kutladığımız Büyük Ekim Devriminde ve tüm kazanımları, hataları ve trajedileriyle dünya sosyalist sisteminin kurulmasında ifade etmiştir.
1989/1990 karşı devrimi sadece reel sosyalizmin yenilgisiyle sonuçlanmadı, aynı zamanda proletaryanın bu tarihsel misyonunun da sorgulanmasına, dahası reddiyesine yol açtı. »Tarihin sonunun geldiğini« iddia eden burjuva liberalleri, anti-komünistler, sağ ve sol oportünistler, reformist-teslimiyetçi akımlar ve 1989/1990 karşı devriminin gerçekleşmesine katkı sağlayan bilimum likidatörler, sınıf mücadelesinin »gereksiz« olduğunu, proletaryanın tarihsel gelişmede artık »herhangi bir rol oynamadığını«, zaten işçi sınıfının toplumdaki sayısal oranının »giderek azaldığını«, bilhassa gelişmiş sanayi ülkelerinde refah düzeyinin ve özgürlüklerin artmasıyla emek ve sermaye arasındaki çelişkinin »yok olma derecesine« geldiğini ve nihayetinde farklı toplumsal katmanların demokrasi hedefiyle »ortaklaşabileceklerini« temel alan demagojiyi savunmaya başladılar. Marx’ın tamamlanmamış temel yapıtı »Das Kapital«in birinci cildinin yayınlanışının 150’inci yılında dahi, »gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının Marx’ın tespit ettiği temel emareleri taşımadığı, sınıf mücadelesinin toplumsal gelişmenin motoru olmaktan çıktığı, bilimsel-teknolojik devrimin toplumsal zenginliğin yatay dağılımına yol açarak proleterleşmeyi durdurduğu ve işçi sınıfının niteliksel ve niceliksel olarak öncülük yapamayacağının ampirik verilerle kanıtlandığı« savunulmaktadır.
Peki, gerçekten de bu iddialar doğru mu? Eğer, ki aksi bugüne dek ispatlanamadığı gibi, Marx kapitalizm tahlilinde haklıysa ve kapitalist toplumların temel çelişkisi halen emek ve sermaye arasındaki çıkar karşıtlığıysa, ama buna rağmen günümüzün derinleşen kriz ortamlarındaki toplumsal mücadelelerde işçi sınıfını neredeyse hiç göremiyorsak, bu iddiaların sahiplerine hangi yanıtları verebiliriz? Yanıtları, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının günümüzdeki durumunu ve oynadığı rolü irdeleyerek arayalım.
»Şişeler yeni, ama şarap eski«
Aslına bakılırsa »işçi sınıfının rolü kalmadı« iddiaları o kadar da yeni değil. Özellikle, savaş sonrasında kapitalizmin cephe ülkesi olan F. Almanya’da bu iddialar çok uzun bir süredir ileri sürülmektedir. İşçi sınıfının »bittiğine«, »önemsizleştiğine« dair teoriler, SPD’nin 1950’de kabul ettiği »Godesberg Programı«yla, Helmut Schelsky’nin 1950li yıllarda yaygınlaştırdığı »düzlenmiş orta katmanlar toplumu« tanımıyla veya Fransız sosyalisti André Gorz’un 1980lerde yayınladığı »Proletaryaya elveda« başlıklı broşürüyle olduğu gibi, sürekli popüler tutulmaya çalışılmıştır. Savaş sonrası emek hareketinin mücadeleleri ve »Ren kapitalizminin« özgünlüğü sayesinde elde edilen »sosyal devlet« kazanımları, nihayetinde F. Alman sendika yönetimlerinin politik karar mekanizmalarına koopte edilmeleri sonucunda, F. Alman emek hareketi de sınıf sendikacılığından vazgeçti ve örgütlenme çabalarını büyük sanayi teşekküllerinin çekirdek kadrolarına yoğunlaştırdı. F. Alman emperyalizminin özgün konumu, F. Almanya’daki kapitalist gelişmenin Britanya veya Fransa’dakinden büyük farklılıklar göstermesi, bilimsel-teknolojik devrimin bilhassa 1970lerden sonra ivme kazanarak, sermaye birikiminin hızını ve hacmini artırması ve ihracata dayalı iktisat politikalarının refah düzeyinin artmasına katkı sunması, güçlü ve örgütlü sendikal hareketin ciddi tavizler koparmasıyla birleşince, Ren kapitalizminin »sosyal partnerliğinin«sınıf mücadelesinden daha etkin olduğu görüşünün emek hareketinde yaygın görüş haline gelmesine yol açtı. Sendikal hareket bu dönemde işçilerin durumunda iyileştirmeler dayatabildi ve sömürü oranı azaldı. Gerçekten de 1989/1990 karşı devrimine kadar F. Alman emek hareketinin sosyal kazanımları ve F. Alman tekelci burjuvazisinin vermek zorunda kaldığı tavizler öylesine büyüktü ki, dönemin »Federal İşverenler Birliği – BDİ« başkanı Dieter Hundt 1993 yılında verdiği bir demecinde şunları söylemek zorunda kalmıştı: »1990 öncesinde toplu iş görüşmelerinde önümüzde iki sıkı rakip duruyordu: güçlü sendikalar ve sistem alternatifi olarak DAC. DAC’ni tarihe gömdük, sendikalar ise bugün sosyal partnerlerimiz oldu«.
1990lar ve sonrası aynı zamanda işçi sınıfındaki yapısal değişimlerin hız kazandığı bir dönem olarak not edilmelidir. Kapitalist üretim tarzının tetiklediği bilimsel-teknolojik devrim 1990lardan bugüne yepyeni zirvelere ve derinliklere ulaşmıştır. Burada örnek olarak nöro- ve mikrobiyoloji, nano tekniği, insani, hayvansal ve bitkisel kalıtıma müdahaleler, nöropsikoloji, biyokimya ve uzay araştırmalarındaki ilerlemeleri sayabiliriz. Bilimsel-teknolojik devrimin bu yeni aşamasının yapı taşlarından birisi de dijital devrimdir. İnternetin 1990’lı yıllardan bu yana dijitalleşme sürecinin sürekliliğindeki gelişmesi, üretici güç gelişimindeki yeni bir sıçramanın teknolojik temelini oluşturmaktadır. Dijitalleşme, artık toplumun tüm alanlarına sızmaktadır. Böylelikle, farklı yerlerde bulunan insanların arasında – çalışma ve üretim organizasyonu dahil, iktisadi ilişkilere kadar – gerçek zamanlı sosyal değiş-tokuş ve iletişimi gerçekleştiren yeni bir maddi etki seviyesi oluşmuştur. Günümüzde üretim veya idarede dijital sistemlerin desteği olmaksızın işleyen neredeyse tek bir alan bulunmamaktadır. Bu da yabancılaşmaya (yani insanlar, insan ve doğa arasındaki ve insanların kendi emekleri ile ürünlerine yabancılaşmalarına) yeni nitelikler kazandırmaktadır. Aynı zamanda, günümüzün kapsamlı güvencesizleştirmeye yönelik olan ana tandansına uygun olarak, işçi sınıfının giderek daha geniş kesimleri üretim ve birikim süreçlerinden dışlanmaktadırlar.
F. Almanya gibi gelişmiş kapitalist devletlerde şirketlerdeki sanayi hizmetlilerinin oranı ve bunların arasında da bilimsel-teknik elemanların oranı mütemadiyen artmıştır. Ücrete bağımlı çalışanların bu katmanlarının görece özerklikleri ve işletme içi hiyerarşideki yüksek sınıflandırılmaları aşağılara çekilmektedir. Moral aşınması, kalifiyesizleştirme süreçleri ve bunların sonucunda emek gücünün değer kaybetme çizgisi, bu katmanları işçi sınıfının ana kütlesinin statüsüne yakınlaştırmaktadır. Yeni rasyonelleşme ve otomatikleşme olanaklarıyla istihdam edilen hizmetli sayısının azaltılmasının yanı sıra, fabrikalardan ofislere ve idari kısımlara aktarılan çalışma organizasyonları metotlarıyla gerçekleştirilen kontrol biçimleri de sömürüyü yoğunlaştırmaktadır. Böylelikle dijital devrim, hizmetli alanlarını da içeren sanayileşmenin yeni niteliği için ön koşullar yaratmaktadır. Bu alanlar özleri itibariyle üretim altyapısının parçasıdırlar ve bu alanlarda çalıştırılan akademik eğitimli orta katmanların geniş kesimlerinin işçi sınıfı içine geçişi gerçekleşmektedir.
Ücrete bağımlı çalışanların bu yeni grupları, gelir ve eğitim seviyeleri ve toplumsal üretimin bölümlenmesindeki pozisyonları nedeniyle şimdiye kadar sadece dar kapsamda işçi sınıfı arasında sayılabiliyordular. Ancak artık tüm kalifikasyonlarına ve üretim organizasyonundaki pozisyonlarına rağmen, eski imtiyazlarını ve sosyal avantajlarını kaybetmekte, (örneğin bir dizüstü bilgisayar veya kendilerine ait başka elektronik iş aletleri biçiminde) kendi üretim araçlarına sahip olsalar dahi, işçi sınıfının geleneksel katmanlarının karşı karşıya oldukları güvencesizlikten kurtulamamaktadırlar. Dahası, kısmen sözde serbest çalışan olarak yaşamakta ve bu durumda, ortalamanın altında gelire, yetersiz sosyal güvenceye veya sadece kısa süreli iş sözleşmelerine sahiptirler. Zaten bu nedenle de birincil ve ikincil sömürü ile karşı karşıyadırlar. Ürettikleri artık değere doğrudan el konulması olarak nitelendirebileceğimiz birincil sömürü, süreli istihdam veya kiralık işçi sözleşmesi, siyasi karar ve/veya yasa zoruyla ücret sınırını düşüren ikincil sömürüye yol açmaktadır. Bilimsel-teknik devrim böylelikle yoksulluk sınırında yaşayan, işçi hareketiyle ve sendikalarla ilişkisi kısıtlı olan bir dijital prekarya yaratmıştır. Ama bu, gelişmiş kapitalist devletlerdeki işçi sınıfının bölünmüşlüğünün sadece bir parçasını göstermektedir.
Bölünmüş sınıftan özne olur mu?
Marksist-Leninistler açısından işçi sınıfının bölünmüşlüğü ve sınıf çelişkilerinin keskinleşmesine rağmen siyaset sahnesinde görünürlüğünün az olması şaşırtıcı olgular değildir, çünkü bu görüngüler kapitalist gelişme sürecinin değişkenliği ve tarihsel bir gerçekle, yani salt işçi sınıfının nesnel varlığının, sosyal ihtilafların keskinleşmekte olmasının ve emek ve sermaye arasındaki yapısal çelişkinin devamının otomatikman kapitalizm karşıtı bir hareketi ortaya çıkarmayacağı gerçeğiyle örtüşmektedirler. Peki bu durumda devrimci dönüşümün öncüsü olacak proletaryanın siyasi bilinçlenmesinin ve öz örgütlüğünün gerçekleşmesi için hangi koşullar gereklidir? Yanıt için gene F. Almanya örneğinde kalarak işçi sınıfının durumunu irdelemeye devam edelim.
F. Almanya işçi sınıfına yukarıdan baktığımızda, derin farklılaşma çizgileri içerisinde büyük bölünmüşlükler gözümüze çarpar. Bir kere değişik toplu iş sözleşmeleriyle güvence altına alınmış istihdamdan, düşük ücret sektörüne ve aşırı derecede güvencesiz çalıştırmaya kadar olan geniş bir yelpaze ile karşı karşıyayız. Çalışanların sosyal durumlarına baktığımızda, sadece iyi eğitimli teknik elemanlar ve kalifiyesiz işçiler arasında değil, aynı işyerinde aynı işi yapan işçiler arasında da büyük farklılıklar görmekteyiz. Yani sınıf içi bölünmelerle karşı karşıyayız. Bu bölünmelerin ne denli derin olduğunu, F. Almanya ekonomisinin lokomotifi olan otomotiv sektöründe yapılan bir araştırmayla görebiliriz. Araştırmayı IG Metall sendikası 2013 sonbaharında yaptırmıştı.
Buna göre toplu iş sözleşmesi kapsamındaki çekirdek kadro olarak yaklaşık 800.000 işçi en büyük kesimi oluşturuyordu. Bu kesimde, örneğin Mercedes fabrikalarında üretimde çalışanlar, ortalama olarak 4.000 – 4.500 Euro brüt maaş alıyor ve bunun haricinde farklı seviyelerde prim hakkı elde ediyorlardı. Ancak bu primler ve izin veya Noel ödemeleri gibi sosyal ödemeler sadece çekirdek kadroya tanınıyor. Sayıları 100.000’i bulan kiralık işçiler, aynı işleri yapmalarına rağmen, ortalama 2.000 – 2.200 Euro brüt maaş alabiliyor ve ek ödemelerden muaf tutuluyorlardı, ki bu hala böyle. Kiralık işçilerin haricinde, gene otomotiv tekellerine ait olan özel şirketler aracılığıyla süreli sözleşmeyle çalıştırılan yaklaşık 250.000 işçi, örneğin Opel veya BMW fabrikalarında ortalama olarak, gene aynı işlerde çalışmalarına rağmen 1.200 – 1.300 Euro brüt maaşa talim etmek zorundaydılar. Bir diğer örneği Kassel’deki VW fabrikasından verelim: Bu fabrikada 5 farklı toplu iş sözleşmesi bulunmakta, yani aynı işleri yapan 5 işçi farklı ücret ve çalışma koşulları altında istihdam edilmiş durumdalar. Böylesi bir durumda sadece otomotiv sektörü içerisinde nesnel olarak ortak çıkar deneyimi olanaksızlaştırılmaktadır.
Federal İstatistik Dairesinin yapmış olduğu bir çalışma, F. Alman işçi sınıfının farklılıklarını verilerle ortaya koyuyor. Daire işçileri 5 farklı »Verim Grubuna« bölmüş. Birinci grupta, ki işçilerin yüzde 10,5’ini kapsıyor, ayda ortalama 6.525 Euro brüt maaşı olan »yönetici durumdaki iş alanlar« yer alıyor. İkinci grupta yer alan »deneyimli öncü personel«, ki ustabaşılar, sorumlu görev alanlar, uzun yıllar sonucu deneyim kazanmış ve mesleki eğitim görmüş kadrolar bunlar arasında, işçilerin yüzde 22,8’ini oluşturuyor. Bu grubun ortalama brüt maaşı 4.116 Euro olarak verilmiş. Diğer üç gruptaki »kalifiye işçiler«, »yarı kalifiye işçiler« ve »kalifiyesiz işçiler« ise işçi sınıfının yüzde 77’sini oluşturuyor. Dairenin 2016 verilerine göre F. Almanya’da toplam 45 milyon insan (22,1 milyonu kadın) çalışmakta. Çalışanların dörtte üçü hizmet sektöründe, serbest çalışanların (ancak bu da genel bir tanım) oranı ise yüzde 9,9. Toplam işsiz oranı 2005’de yüzde 11,1 iken, 2016’da yüzde 4,4 olmuş (ancak bunlar da izafi sayılar). Bu verilere göre çalışan insanların yüzde 57’si hizmetli, yüzde 28’i işçi, yüzde 10’u serbest çalışan ve yüzde 5’i memur. Sadece bu verilere ve işçi tulumunu giyen, fabrikada makinada çalışan erkek veya kadın tekstil işçisi gibi klasik »işçi« tanımına dayanarak, F. Almanya’daki işçi sınıfının sayısının yaklaşık 12 – 13 milyon olduğunu tespit edebiliriz, ki bu sayı »niceliksel olarak azalan bir sınıfla« karşı karşıya olmadığımızı kanıtlamaktadır.
Sınıfın rolü değişmedi
İşçi sınıfında yapısal değişimler reel. Reel olan, sınıfın toplumsal mücadelelerdeki ve sonucunda devrimin gerçekleşmesindeki rolünün değişmemiş olmasıdır. Henüz Avrupa’daki ve örneğimiz F. Almanya’daki işçi sınıfının bunu bilincine çıkarmamış olması, bu gerçeği değiştirmiyor. Kaldı ki, sadece sanayi işçilerini ele aldığımızda, işçi sınıfının etkinliğinin hala hangi düzeyde olduğunu görebiliriz. F. Almanya’daki yaklaşık 750 büyük sanayi işletmelerinde istihdam edilen işçi sayısı 2,5 – 3 milyon civarında. Bu sektördeki en büyük sendika IG Metall’dir. Sektör sermaye kullanımını doğrudan merkezi alanında gerçekleştirdiğinden, burada yürütülen emek mücadelesinin etkisi son derece büyük olmaktadır. Ancak siyasi mücadele yetisi için herhangi bir fabrikada çalışan işçi sayısı mutlak önem taşımamaktadır, asıl önemli olan siyasi sosyalizasyon, örgütlenme yetisi ve bilinçlenme seviyesidir. Sanayi sektörü geleneksel olarak emek hareketinin en önemli örgütlenme ve faaliyet alanlarından birisidir ve zaten bu nedenle gerek toplu iş sözleşmeleri, gerekse de tek tek işletme düzeyindeki organizasyonlarla istihdam edilen işçiler arasında farklılıklar yaratılmakta, ortak çıkar anlayışının yok edilmesine çalışılmaktadır. Bunlara rağmen sanayi sektöründe hala mobilizasyon süreçlerini teşvik eden yapılar ve olanaklar bulunmaktadır. Bu olanaklar, mühendis veya eğitimli teknisyen gibi kadroların da güvencesizleşerek sınıfın içine girmeleriyle artmaktadır.
Bunun yanı sıra sanayi sektörünün işlevselliğini garantileyen yeni sektörler de oluşmaktadır. Bilimsel-teknolojik alanda olsun, hizmet sektöründe olsun, oluşmakta olan bu »maddi olmayan üretim sektörleri« doğrudan veya dolaylı olarak maddi üretim süreciyle bağlantılıdır ve toplumsal yeniden üretim süreci için bütünsel olarak önem arz etmektedir. Sanayi sektöründe çalışan işçilerle bu sektörlerde çalışan işçiler toplamda işçi sınıfını oluştururlarken, sınıf mücadelesi için daha fazla önem kazanan sektörler ihtilaf ve mobilizasyon yetisine sahip olanlarıdır. Sanayinin merkezi alanlarının haricinde, enerji ve nakliyat sektörünü sayabiliriz. Ve bugüne kadarki deneyimler de belirleyici olanın, işçi eyleminin etkinlik derecesi olduğunu göstermiştir. Somut olarak şöyle sorabiliriz: Bir toplum ürün nakliyatının veya elektrik tedarikinin grevle engellenmesine ne kadar dayanabilir? Ve öğretmenlerin, çocuk bahçesi çalışanlarının veya çocuk bakıcılarının grevinin hangi kısa vadeli etkileri olabilir?
O açıdan işçi sınıfının eylemleriyle etkin olabilecekleri kesimlerini, sınıfın çekirdek kesimi olarak nitelendirmek doğru olacaktır. Sanayi işçileri ve doğrudan maddi üretim süreçleriyle bağlantılı olan sektörleri bunlar arasında sayabiliriz. Ancak çekirdek kesim sadece bunlar ile sınırlı değildir. Örneğin bir hemşire doğrudan geleneksel işçi sınıfı arasında görülmese de, emek gücünün karakteri ve işletme organizasyonundaki pozisyonu nedeniyle, hem örgütlenme, hem de etkin eylem gerçekleştirme yetisine sahiptir. Ayni şekilde sağlık sektörünün diğer çalışanları, belediyenin çöpçüleri veya kamusal / özel kitle ulaşım araçlarında çalışanlar da eylem yetisine sahiptirler. Zaten bu alanlar yaklaşık otuz yıldan beri sürekli özelleştirme ve düzensizleştirme saldırısı altındadır. Neoliberal tedbirler sonucunda çalışma koşullarının kötüleşmesi, bitmek bilmez yeniden yapılandırmalar, verimlilik artırımına yönelik ağır baskılar, ücretlerin düşürülmesi ve sosyal standartların adım adım ortadan kaldırılması, süreli ve kiralık istihdam vb. saldırılar nedeniyle bu sektörlerdeki işçi ve hizmetliler giderek daha yüksek oranda sendikalaşmakta ve eylemlerini artırmaktadırlar. Örneğin F. Almanya’da son yıllarda sağlık sektöründeki grev günlerinde ciddi artışlar görülmektedir. Her ne kadar 1990lı yıllara kadar F. Almanya’daki emek mücadelesi ağırlıkla IG Metall sendikasının faaliyet alanında gerçekleşmiş olsa da, bugün, neoliberalizmin tılsımını kaybetmesinin de etkisiyle, özelleştirilen hizmet sektörlerinde de giderek daha fazla direniş sergilenmektedir. Bu alanlar, doğrudan artık değer üretmeseler de, bu sektörde çalışanların emek gücü sermayenin üretilen toplam toplumsal zenginliğin büyük bir bölümüne el koyması için kullanıldığından, genel sınıf mücadelesinin en önemli alanlarından sayılmalıdır. Çünkü Marx’ın dediği gibi, »dolaylı sirkülasyon işçisi kapitaliste, artık değer yaratarak değil, artık değerin gerçekleşmesinin masraflarını azaltarak« fayda sağlamaktadır.
Görüldüğü gibi, işçi sınıfının artık »herhangi bir rol« oynamadığına veya sınıf mücadelesinin »gerekli olmadığına« dair teorilerin günümüz kapitalist toplumlarında hiç bir maddi temeli bulunmamaktadır. Aksine, sınıfın karşı karşıya kaldığı tüm yapısal değişikliklere, bölünmüşlüğüne, rolünü ve ortak çıkar zorunluluğunu bilincine çıkaramamış olmasına rağmen, gelişmiş kapitalist ülkelerde de işçi sınıfının tam da Marx’ın tespit ettiği temel emareleri taşıdığı günümüzün realitesidir. Aynı şekilde, toplumsal gelişmenin motoru, egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri temelinde ortaya çıkan ırkçılık, cinsiyetçilik, ayırımcılık gibi tüm »yan« çelişkiler ile kapitalist üretim tarzının ve emperyalist saldırganlığın yol açtığı ekoloji sorununun çözümünün anahtarı, sınıf mücadelesidir. Bilhassa emperyalist-kapitalist dünya düzeninin merkezi kapitalist ülkelerinde burjuvazi sadece geleneksel işçi sınıfının değil, toplumun ezici çoğunluğunun düşmanı durumuna gelmiştir. Böylelikle kapitalizmin temel çelişkisi aşırı bir biçimde keskinleşmekte ve devrimci yoldan çözümünü dayatmaktadır.
Devrimci yoldan çözümün tek yolu devrimdir ve proletarya olmadan devrim asla gerçekleşmeyecektir. Devrimin ilkeleri ise hala değişmemiştir: Burjuva devlet aparatının parçalanıp yerine proletaryanın devletinin kurulması ve komünizme geçiş sürecinde devlet sönümlenene dek, devlet aparatının Proletarya Diktatörlüğü biçiminde örgütlenmesi. Sosyalist Devrim sonucunda üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve gerek sanayiide gerekse de tarımda toplumsal mülkiyetin, kilit sektörlerde ise devlet mülkiyetinin ikame edilmesi. Nihayetinde Planlı Merkezi Sosyalist Ekonomi’ye geçişin örgütlenmesi.
Enseyi karartmaya gerek yok. Evet, büyük bir yenilgi aldık. Belki her şeye yeniden başlamalıyız. Ama esas olanda değişen bir şey yok. 1905 Devriminin deneyimlerini ele aldığı bir makalesinde şunları yazan Lenin’i anımsayalım: »Rus Devriminin deneyimleri, aynı diğer ülkelerin deneyimleri gibi çürütülemez bir şekilde şunu kanıtlamaktadır: Eğer derin bir siyasi krizin nesnel koşulları ortaya çıkmışsa, o zaman en küçük, devrimin gerçek ocağından çok uzaklarda duran ihtilafların büyük önemi olabilir – bardağı taşıran son damla olarak…« Sözümüzü bu bağlamda yasaklı Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesinin Ekim Devriminin 100. yılına yönelik bir açıklamasında yer alan cümleleriyle noktalayalım: »Bugün ne karaları bağlayıp oturacağız, ne demoralize olup „bu iş olmuyormuş“ diyeceğiz, ne de bu deneyi yaşadığımız için ilkelerden taviz vererek teslimiyet ile eş anlamlı olan reformist yollara yöneleceğiz. Yaşanan Sosyalizm deneyinden öğrenerek, ilkelerimize bağlı kalarak, daha iyisini yapmaya çalışacağız«.
Hiç şüphe yok ki, »daha iyisini« birlikte yapacağız!