»Yamyamlar dünyası«
Bu köşe yazısı 3 Mart 2018 tarihli Yeni Özgür Politika ve Özgürlükçü Demokrasi gazetelerinde yayımlanmıştır.
Türkiye’nin Afrin’e yönelik saldırı ve işgal harekâtı pek çok açıdan öğretici oluyor. Gizli-açık Kürt düşmanlığını, demokrat dahi olamayan güya »solcuların« tutarsızlıklarını gün yüzüne çıkartıyor, sapla samanı ayrıştırıyor. Aynı zamanda hem emperyalist-kapitalist dünya düzeninin egemenleri arasındaki çelişkileri belirginleştiriyor, hem de 20. Yüzyıl’ın iki dünya savaşından sonra 21. Yüzyıl’ın nasıl bir savaşlar çağı olabileceğine işaret ediyor. Hiç kuşku yok ki, oluşmakta olan çok kutuplu dünya şimdiye kadar olduğundan çok daha kanlı ve tüm yerküreyi kapsayacak savaşlara gebe.
Zaten uzmanların çoğu ilân edilmemiş »Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşı« içinde olduğumuz konusunda hem fikir. Sadece uzmanlar değil, egemenler de öyle. Örneğin Alman Dışişleri Bakanı Gabriel geçenlerde yapılan Münih Güvenlik Konferansı’nda »çok kutuplu dünyada yaşanıldığını ve önemli olanın »AB’nin hangi rolü oynayacağı sorusunu yanıtlamak« olduğunu vurgulamıştı. Gabriel, »tek başına bir vejetaryen olarak yamyamlar dünyasında işimiz zor olacak« diyerek, aslında Almanya’nın »yamyamların başı« olması gerektiğini söylüyordu.
Elbette Gabriel gibi Alman emperyalizminin bir üst düzey temsilcisinin böylesi bir söylemi kullanması, barış kaygısından kaynaklanmıyor. Bu söylem, Alman emperyalizminin »dünyanın güneşli tarafında yer talep etmesinin«, yani dünyanın yeniden paylaşımından aslan payını isteyişinin itirafıdır aslında. Her ne kadar iştahı kabarmış olan Alman emperyalizminin »Transatlantikçi« ve »Avrupacı« fraksiyonları arasında bu »kadim hedefe« nasıl ulaşılacağı konusunda görüş farklılıkları olsa da, hedef, yani Almanya’nın düzen kurucu dünya gücü olması konusunda aralarında hiç bir fark yok. Bu nedenle bazı bilim insanlarının 20. ve 21. Yüzyıl’lar arasında bir analoji kurmalarına iki fraksiyon da aynı yanıtı veriyor: »Çeperdeki facia çekirdek medeniyetlere yönelik yok olma tehdidini içermiyor!«.
Avustralyalı tarihçi Christopher Clark 2013’de yayımlanan »Uyurgezerler: 1914’de Avrupa savaşa nasıl girdi« başlıklı kitabında, Birinci Dünya Savaşı’nın farklı ülkelerin egemenlerinin aldıkları bir dizi yanlış kararın sonunda patlak verdiğini, benzer konstellasyonların günümüzün krizlerinde de ortaya çıkabileceğini ve bir »uyurgezer« misali uçurum üzerine gerilmiş ipte yürümeye çalışan aktörlerin her an dengelerini kaybedip, dünyayı uçuruma sürükleyebileceklerini yazıyor. Sadece Suriye’de yürütülen vekâlet savaşına bakarak, Clark’ın haklı olduğu söylenebilir.
Clark’ın benzetmesi gerçekçi olduğu kadar, ürkütücü de. Ancak bir noktada Clark’a katılmıyoruz: savaşın asıl kaynağı salt »uyurgezer« aktörlerin aldıkları yanlış kararlar değil, kapitalizmin ve emperyalist yayılmacılığın kendisidir. O nedenle Karl Liebknecht haklıdır. »Asıl düşman kendi ülkemizdedir« ve barış isteyenlerin aslî görevi, kendi egemenlerinin savaşı kaybetmelerini sağlamak ve halkların »Güneşli Dünyasını« kurmak için mücadele etmektir. İnsanlığın barışçıl geleceği ancak sosyalizm ile mümkündür. »Saraylara savaş, kulübelere barış!« tüm ezilen ve sömürülen sınıfların ortak mücadelesinin şiarı olmadığı müddetçe, geleceğimiz »uyurgezerlerin« elinde olacaktır.