Anti-Tekelci strateji ve komünistler
Barış, demokrasi ve devrim tartışmaları üzerine
1989/1990 karşı devriminden bu yana geçen sürede, karşı devrimin tüm tahribatına, işçi sınıfı hareketi ile dünya komünist hareketinin neredeyse mücadelenin ilk yıllarına döndüren darbeler almalarına rağmen, günümüz dünyasında kapitalizmin tarihin sonu olmadığına, sömürüsüz ve barışçıl bir gelecek olabileceğine dair inançlar azalmadı. Aksine, dünya çapında farklı alanlarda yürütülen mücadelelerde kapitalist olmayan bir gelişmenin gerekli olduğunu, bunun için uluslararası tekellerin hakimiyetinin kırılmasının, aşağıdan yukarıya ve yatay iktidar ilişkilerinin kurulmasının ve ekolojik, kâr amacı gütmeyen, kooperatif, kamunun demokratik kontrolü altında olan bir iktisatın yerleştirilmesinin zorunlu olduğunu vurgulayan görüşler daha sıklıkla ve daha güçlü olarak ifade edilmekteler. »Kapitalizm alternatifsiz değildir« veya »başka bir dünya mümkün« şiarları ister gelişmiş merkez kapitalist ülkelerde olsun, isterse de gelişmekte olan ülkelerde olsun, bilhassa genç nüfus arasında giderek daha yaygınlaşmakta, postmodern kimlik mücadeleleri içerisinde öğütülen kitleler arasında taraftar bulmaktadır. »Başka bir dünyanın« nasıl kurulacağı, sosyalizmin »özgürlükçü« mü, »demokratik« mi yoksa »daha farklı« mı olacağı konusunda kafalar açık olmasa da, »mümkün olan başka dünyanın« ancak sosyalizm olabileceği konusunda neredeyse herkes hem fikir.
Kapitalizmin ürettiği eşitsizliğin giderek yaygınlaşması, reel sosyalizmin sistem alternatifi olduğu dönemlerde, işçi sınıfı mücadeleleriyle elde edilen sosyal ve demokratik kazanımların giderek daha fazla erozyona uğraması, emperyalist müdahale savaşları, bunların yarattığı yıkımlar, işçi sınıfı içerisindeki bölünmeler, zengin coğrafyalarda da yoksulluğun yaygınlaşarak kalıcılaşması, gelecek perspektifsizliği ve her gün televizyon aracılığı ile gündelik yaşamın için giren dünya çapındaki insanî ve ekolojik facialar, geniş kitlelerin muhafazakâr, liberal, sosyal demokrat burjuva partilerin uzaklaşmasına ve arayış içerisine girmesine neden oluyor. Her ne kadar küçümsenemeyecek bir kesim refah şovenisti ve ırkçı partilerin »ulusal çözümlerine« kanıyor olsa da, gene küçümsenemeyecek bir kesim çıkış yolunu parlamento dışı mücadelelerde, sosyal hareketlerde ve sendikal harekete yakın duran siyasî formasyonlarda görüyor. ABD’nde Bernie Sanders, Britanya’da Jeremy Corbyn, Federal Almanya’da Sarah Wagenknecht veya Fransa’da Jean-Luc Mélenchon gibi »sosyalistlerin« önderliğindeki reformist sol partilerin aldıkları seçim başarıları, bunu kanıtlamaktadır. Ama aynı şekilde kendilerine Marx, Engels, Lenin, Mao ve Troçki’ye dayandıran parti ve grupların taraftarlarında da artış görülmektedir.
Doğal olarak bu gelişmeler Marksist-Leninist partilere, yani stratejik temellerini bilimsel sosyalizmin oluşturduğu Komünist Partilere uzun vadeli stratejileri konusunda yeni meydan okumalar hâline dönüşüyor. Özellikle Avrupa’daki Komünist Partileri arasında, komünistlerin işçi sınıfı ile emekçi kesimlerin sorunlarının çözümü, bağımsız eylem yetilerinin artırılması ve direniş güçlerinin yükseltilmesi için nasıl bir katkıda bulunmaları gerektiği konusunda sert tartışmalar yaşanıyor. Tartışmalarda Türkiyeli okurların da yabancı olmadığı konular, yani (aslında aşılmış olması gereken) »reform-devrim çelişkisi« ve uzun vadeli stratejinin belirlenmesinde izlenecek yol sorunları öne çıkıyor. Bu yazımızda tartışmaları Alman Komünist Partisi DKP örneğinde irdelemeye çalışacağız.
Komünistlerin hedefi
DKP, Ortadoğu’ya yönelik kimi tespitlerine katılmasak da, Almanya işçi sınıfının, kapitalist toplumların en temel çelişkisinin sermaye ve emek arasındaki çelişki olduğunu, çözümünün sosyalist devrimi gerekli kıldığını söyleyen ve programatik olarak sosyalizmi (ve elbette komünizmi) hedefleyen partisidir. Örneğin DKP programında şunlar yazılıdır: »Sosyalist toplum düzeni, siyasî iktidarın diğer emekçilerle ittifak kuran işçi sınıfının ele geçirmesini zorunlu kılmaktadır. Sosyalist toplum düzeni, bütün önemli üretim araçlarının, mali kurumların ve doğal kaynakların toplumsal mülkiyeti üzerine kuruludur. Böylelikle sosyalist toplum düzeni toplumsal zenginliğin genelin yararına ve artan kültürel gereksinimlerin hep daha iyi tatmin edilmesi için planlı kullanımını ve çoğaltılmasını olanaklı kılacaktır.«
Bu nedenle DKP’nin programatik belgelerinde sosyalizmin, önemli üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve önemli kapitalist şirketlerin kamulaştırılması olmaksızın; işçi sınıf ile müttefiklerinin öncülüğünde, eski kapitalist devlet aparatının güç organları yerine radikal biçimde yeni siyasî egemenlik enstrümanları yerleştiren ve proleter-sosyalist iktidarı savunma yetisine sahip sosyalist demokrasi kurulmaksızın; üretimin, çalışan insanların çoğunluğunun gereksinimlerine göre toplumsal planlanması yapılmaksızın olanaksız olduğu vurgulanmaktadır. Devamla sosyalizmin, komünizmin sınıfsız toplumuna geçişin tarihsel bir etabı olduğu, ancak bu geçiş sürecinin ne kadar süreceğinin belli olmadığı, geri püskürtmelerin hatta karşı devrimlerin ortaya çıkabileceği ve olgunlaşabilmesi için çeşitli aşamalardan geçmek zorunda kalacağı belirtilmektedir.
DKP, reel sosyalizmin, bilhassa SSCB ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin çeşitli deneyimleri ve kazanımlarını, ama aynı şekilde hataları ve deformasyonlarını Komünist Partisi olarak »tarihsel mirasının ve kimliğinin vazgeçilmez bir parçası« olarak görmekte, ancak burjuva »totalitarizm doktrini« ile »Antistalinizm« olarak adlandırılan, aslında Leninizmi hedefleyen »sol« görünümlü antisosyalizmi ve antikomünizmi reddetmektedir.
DKP’nin »Anti-Tekelci Stratejisi«
DKP son aylarda hem radikal-sol, hem de reformist kanatların ağır eleştirisine ve parti kurultayında kabul edileceği belli olduktan sonra, eleştiren fraksiyonlar partiden ayrılmasına neden olan bir »Anti-Tekelci Strateji« kabul etti. Büyük tekellerin, büyük bankaların, mali oligarşinin ve bunlarla iç içe geçmiş olan devletin günümüz kapitalizminde iktidar merkezini oluşturması ve tekelci sermayenin emperyalizmin yapısını belirleyen öz emaresi olmasından hareketle, »tüm stratejik düşüncelerin ve uğraşıların bu merkeze yönelik olması« görüşünü savunuyor. Antiemperyalist ve anti-tekelci mücadelenin, gelişmiş emperyalist Almanya’da da antikapitalist mücadelenin belirleyici biçimi olduğunu belirterek, anti-tekelci stratejinin devrimci kırılmaya yakınlaştıracağını ve tekelci devlet kapitalizmi üzerine olan genel düşünceler ve Lenin’in »sol radikalizme« yönelik eleştirisi anlamında sosyalist devrime »geçişi« hazırlayacağı vurgulanıyor.
Yapılan tespitlerde barış hareketinin, sendikaların, farklı toplumsal kesimlerin, ırkçılık karşıtı hareketlerin ve sosyal hareketlerin daha önceleri toplumsal ve sınıfsal mücadeleler ile elde edilmiş olan hakları ve kazanımları korumaya çalıştıkları, ancak neoliberal uygulamaların ve ırkçılığın gelişmesi nedeniyle, mücadelelerin hak ve kazanımları genişletmek yerine, verili olanları korumaya yoğunlaştığı, bunun sonucunda da işçi hareketi ile demokratik güçlerin defans pozisyonunda kurtulamadıkları vurgulanıyor. DKP’nin bu tespitlerine katılmamak olanaksız. Gerçekten de son yıllardaki mücadeleler, eldekilerini korumakla sınırlı olduğundan ve gerek toplumsal, gerekse de sınıf içi bölünmeleri engelleyemediğinden, giderek zayıfladılar ve taviz verme durumuna düştüler. Verili koşullarda »savunma mücadeleleri« daha uzun bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.
Bu gerçekten hareket eden DKP, anti-tekelci toplam stratejisi çerçevesinde »demokratik ve sosyal ilerleme için dönüşümü« bir sonraki »stratejik etap hedefi« olarak görüyor ve bu etabın işçi sınıfı ile müttefiklerinin defans pozisyonundan ofansif pozisyona geçişini olanaklı kılacağını belirtiyor. Böylesi bir »dönüşüm« için gerekli olan parlamento dışı baskıyı geliştirmenin kolay olmayacağını gören DKP, her ne kadar reformist sol partiler seçim başarıları elde etseler de, seçim sonuçlarının egemen siyaset üzerinde baskı oluşturmak için yeterli olmayacağını savunuyor. Yapılan tespitlerde, Almanya’daki büyük tekellerin sadece Almanya içerisinde değil, aynı zamanda tüm AB içerisinde masif bir baskı uyguladıklarından ve AB ülkelerinin politikalarını belirlediklerinden hareketle, »ülkemizdeki toplumsal ve siyasî güç ilişkilerini tekelci sermaye aleyhine değiştirmek, sadece kendi ülkemizde işçi hareketine yeni hareket olanakları değil, tüm AB’ndeki işçi hareketlerine böylesi olanaklar sunacağından, bunun için uğraş vermek aynı zamanda en önemli enternasyonalist yükümlülüğümüzdür« deniyor.
Sahiden de Almanya’daki tekelci devlet kapitalizmi, 100 yıl öncesinden çok daha fazla olgunlaşmış ve karmaşıklaşmıştır. Aynı zamanda emperyalist burjuvazi çok daha deneyimli ve sınıf mücadelesinde şimdiye kadar olduğundan çok daha kararlıdır. Bugüne kadarki uygulamaları, Alman tekelci burjuvazisinin aleyhine olacak en ufak bir değişime karşı, hatta kamusallaştırma tartışmalarına dahi en sert direnci göstereceğini kanıtlamaktadır. Karşı devrim sonrasında özellikle Komünist Partilerin içine düştükleri zayıflama dönemini aşamamaları ve bu çerçevede sosyal ve demokratik mücadelelerin öncülüğünü üstlenememeleri, tekelci burjuvazinin işini daha da kolaylaştırmaktadır. Zaten neoliberal uygulamaların başarıyla sürdürülmesi, hem kapitalizmin krizinin ne denli derin olduğunu, hem de kapitalizm karşıtı hareketlerin ne denli zayıf kaldıklarını göstermektedir.
DKP bu gerçeklerden hareketle, sosyal ve demokratik reformlar için mücadelelerden feragat edilmemesi ve tekelci sermayenin iktidarı ile çatışmaktan kaçınılmaması gerektiğini savunmakta. Anti-tekelci stratejisi bu nedenle, »Kötüleştirilmelere karşı verilen savunma mücadelelerinin günümüzdeki etabında, tekellerin aşılamaz gibi görünen sınırsız güçlerini sınırlamak ve yeni hareket alanları kazanmak için demokratik alternatifler ve daha ileri giden kısmi ve geçiş talepleri ifade etmekteyiz. Bunu yaparken, uzun vadeli sosyalist hedefimizi gizlemeyeceğiz. Sosyalizmin gerekliliğini gerekçelendiriyor ve propaganda ediyoruz ve sosyalizmi kuran veya sosyalist gelişmeyi hedefleyen bütün ülkelerle dayanışmamızı geliştiriyoruz« denilmekte.
DKP, »dönüşümün« sosyal reformlar ile demokratik alternatiflerin geniş cephede realize edilmesinin ve egemen sınıfların geri püskürtülmesinin başlangıcı olacağını belirtiyor. Sermayenin saldırılarının nasıl ve hangi tempoda durdurulabileceğinin ve antikapitalist, anti-tekelci güçlerin defanstan ofansif pozisyona nasıl geçebileceklerinin, bu devrimci kırılmanın tek mi yoksa daha fazla etapta mı gerçekleşeceğinin sadece sınıflar arasındaki güç dengesine bağlı olduğu vurgulanmakta ve işçi hareketi ile müttefiklerinin mücadele içerisinde geliştirecekleri kuvvet ve olgunluk ile, önceden öngörülemez nesnel ve öznel somut koşullarca belirleneceğine dikkat çekilmekte. Bu noktada DKP’nin işçi sınıfı ve toplum içerisinde kök salan ve birlik içinde hareket eden bir parti olması zorunlu görülmekte. »Şimdiye kadarki sınıf mücadelelerinin deneyimleri, içine kapanmış bir kadro partisinin bunun üstesinden gelemeyeceğini göstermektedir«.
DKP »dönüşümün«, keskinleşen ekonomik ve politik mücadeleler döneminde böylesi bir güç dengesinin gelişmesi için ön koşul olduğunu belirterek, Lenin’e atıfta bulunuyor: »Henüz sosyalizm olmayan, ama aynı zamanda kapitalizm de olmayan bir mücadele etabına ulaşılacaktır. Bu, sosyalizme doğru devasa bir adımdır, öylesine bir adımdır ki, (…) kitlelerin görülmemiş bir biçimde iğfali olmaksızın, bu adımdan kapitalizme geri dönülemez.« (Lenin, Tüm Eserleri, Cilt 25, S. 371, Almanca)
Devamla şunlar vurgulanıyor: »Demek ki söz konusu olan, egemen emperyalist büyük burjuvazinin iktidarının belirgin bir şekilde zayıflatılması ve püskürtülmesinin başlangıcıdır, yani henüz tam olarak aşılması değil. Siyasî iktidar ve önemli üretim araçlarının mülkiyeti üzerine verilen belirleyici muharebelerin henüz başladığı, ama kazananının henüz belli olmadığı bir mücadele etabı. Bu evre, proleter devrime yakınlaşmayı ifade etmektedir, oportünist güçlerin telkin etmeye çalıştığı gibi bağımsız bir toplumsal aşama değil, tek tip devrimci sürecin bir parçasıdır«.
Mücadele hedefleri ve mücadele alanları
Emekçiler arasında katılaşmış ilişkileri sarsmak için irade geliştirmelerini sağlamak isteyen DKP, siyasî ve ekonomik mücadele alanları için yaptığı önerilerin kısa ve uzun vadeli hedefler içerdiğini belirtiyor. İlk stratejik hedef olarak »emperyalizmin saldırısını frenlemek, durdurmak ve barış ve silahsızlanma, demokratik ve sosyal ilerleme politikasını gerçekleştirmek« konuluyor. Elbette burada kapitalizmin reform ve barış yetisi olduğu illüzyonuna düşülmüyor ve bunun salt egemenlere yönelik »çağrılarla« başarılamayacağı, aksine geniş parlamento dışı birlikler ve mücadeleler gerektiği vurgulanıyor.
İkincisi barış hareketi ile birlikte güncel silahlanma politikalarını durdurmak için mücadele edilmesi, silah ihracatının yasaklanması ve NATO’dan çıkılması, nükleer silahların Almanya ve Avrupa’dan gönderilmesi, Alman askerlerinin yurt dışı görevlerinin sonlandırılması için toplumsal çoğunluk oluşturulması gerektiği vurgulanıyor. Bu çerçevede, üçüncüsü, küresel ve sosyal sorunların çözümü için uluslararası arenada eşitlikçi kooperasyon, Rusya Federasyonu ile yumuşama politikası, Çin Halk Cumhuriyeti ile işbirliği politikası geliştirilmesi gerektiği savunuluyor.
Dördüncüsü olarak, işçi sınıfının eylem birliği yetisini yeniden elde etmesi için uğraş verilmesi, antikomünizme olduğu kadar, milliyetçiliğe, faşizme, yabancı düşmanlığına, ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı mücadele verilmesi gerektiği vurgulanıyor. »Sınıf mücadelesinin okulları« olarak sendikaların güçlendirilmesi ve inandırıcılıklarının yeniden kazandırılması zorunlu görülüyor. Beşinci olarak, işçi haklarının genişletilmesi, çalışma sürelerinin düşürülmesi, emekliliğe geçiş yaşının düşürülmesi, süreli sözleşmelerin yürürlükten kaldırılmaları, toplu iş sözleşmelerinin genel geçerlilik kazanmaları, işletmelerde ve iktisatta demokratik hakların sağlanması vb. gibi sosyal hak mücadeleleri önemseniyor.