Kapitalizmin çirkin suratı
Bu köşe yazısı 7 Temmuz 2018 tarihli Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlanmıştır.
Burjuva medyasının »Mülteci krizi« diye adlandırdığı insanlık dramı – çünkü her gün onlarca insanın yaşamını yitirdiği bir olgu kriz değil, dramdır – genel anlamıyla burjuva toplumlarının gerçek yüzünü, kapitalist üretim tarzının çirkin suratını ortaya çıkartıyor. Yaşam biçimleri, tüketim alışkanlıkları, üretim ilişkileri ve egemenlerine sağladıkları rıza ile burjuva toplumları dünyanın canına okunmasını destekliyor, ekolojik felaketleri tetiklemeye devam ediyor ve her türlü insanî değerin gün be gün yok olmasına göz yumuyorlar. Destekledikleri rant ve kâr anlayışını temel alan politikaların sonuçları ise hâlihazırda 65 milyon insanı mülteciliğe zorlarken, dünya çapında yaratılan zenginliklerin küçük bir azınlığın elinde toplanmasına neden oluyor.
Bu saydıklarımızın hiç biri tanrı vergisi değildir. Gökten zembille inmediler. Hepsi kapitalist üretim tarzının yasallık kazanmış krizlerinin, insan emeği ile doğanın, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip sermaye sınıfınca sömürülmesinin ve emperyalist yayılmacılığın doğal sonuçlarıdır. 229 yıl önce »özgürlük, eşitlik, kardeşlik« şiarıyla feodal vahşeti sonlandıran burjuva toplumları, bugün burjuva demokratik devrimlerinin evrensellik kazanmış tüm değerlerini çoktan çöpe atmış durumdadırlar. Burjuva toplumlarının vicdanı artık körelmiş, ruhları kirlenmiştir. Çeper coğrafyalarda varlığından bile söz edilemeyen burjuva demokrasileri, doğdukları coğrafyada, Avrupa’da kapitalizmin çirkin suratını örtmekten dahi aciz kozmetik bir mask hâline gelmişlerdir.
Yozlaşan parlamenter sistemleri ile tüm AB’nde, bilhassa Almanya’da, Avusturya’da, Fransa’da, İtalya’da, Macaristan ve Polonya’da hükümet partileri ve ırkçı-faşist partiler arasında meşum bir aynılaşma süreci yaşanmakta ve mülteci dramı ırkçı-faşist söylemlerin meşrulaştırılmasına gerekçe gösterilmektedir. Açık denizlerde insan kurtarmak kriminalize edilmekte, göçmenleri boğulmaktan kurtaran gemiler limanlara sokulmamakta, kaptanları tutuklanmaktadır. Yaşama hakları tehdit altında olan siyasî mülteciler ya despot rejimlere teslim edilmekte, ya da henüz tutuklanmamış olanlar bu tehdit ile pasifize edilmeye çalışılmaktadır.
Kapitalizmin krizlerinin derinleştiği ve emperyalist güçler arasındaki rekabetin böylesine arttığı günümüzde, burjuva toplumları emek sömürüsünün çekilmez bir hâl alışına refah şovenizmi ve ırkçılık ile reaksiyon göstermektedirler. Irkçı-faşist partilerin Avrupa genelinde toplumsal tabanlarını genişletmeleri, muhafazakâr-liberal-sosyaldemokrat-yeşil burjuva partilerinin ve destekledikleri hükümetlerin daha da sağa kaymasına yol açarken, reformist Avrupa toplumsal ve siyasî solu bu gelişmeye yön değiştirebilecek bir yanıt verememekte, hazırladığı, sivrilikleri törpülemekten öteye gidemeyen reçeteler ile direnç potansiyellerini zayıflatmaktadır.
Mültecilerin yaşadıkları dramlar, ne Avrupa’nın daha fazla içine kapanmasıyla, ne de Avrupa dışında toplama kamplarının kurulmalarıyla sonlandırılabilir. Bunlarla sonlandırılacak olan, burjuva demokrasilerinin son demokratik kırıntılarıdır. Hastalığın ilacı bellidir: bu drama yol açan tüm koşulların alaşağı edilmesi! Ve bu, hâlâ mümkündür!