Avrupa’da sağ neden güçleniyor?
Bu köşe yazısı 11 Ağustos 2018 tarihli Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlanmıştır.
Avrupa’nın hemen her ülkesinde aşırı sağcı, ırkçı-faşist ve milliyetçi-şoven siyasî formasyonlar güçleniyor ve aynı zamanda geleneksel burjuva partilerinde de genel anlamda bir sağa kayış yaşanıyor. İtalya’da ırkçı-faşistler iktidar ortağı olurlarken, Almanya’da ırkçı-faşist AfD partisi kimi eyalette ikinci parti durumuna geliyor ve oy oranlarını mütemadiyen artırmaya devam ediyor. Neden? Burjuva demokrasisinin görece iyi işlediği refah coğrafyası Avrupa’da nasıl oluyor da bu partiler güçlenebiliyorlar?
Sermaye lehine çalışmalarıyla tanınan Bertelsmann vakfının 2017’de yaptırdığı bir ankette bazı ipuçlarını bulabiliriz: Ankete göre ülkesindeki genel gidişattan hoşnut olmayanların oranı İtalya’da yüzde 87, Fransa’da yüzde 64 ve Almanya’da yüzde 41. Batı Avrupa’daki yaşam standardı, dünyanın diğer bölgelerine nazaran bir hayli yüksek ve Avrupalıların çoğunluğunun maddî durumu gayet iyi. Buna rağmen Avrupalıların büyük bir çoğunluğu yaşam koşullarının gelecekte giderek daha kötüleşeceğine veya en azından daha iyi olmayacağına inanıyor.
Gerçekten de, tarihsel gelişmeye kabaca bakıldığında bile, bu duygularında haklı olduklarını görebiliriz: 1950-1970 yılları arasında hızlı bir şekilde yükselen yaşam standardı, 1980 ve özellikle 1990 sonrasında yerinde saymaya başladı ve şimdi gerileme tandansı gösteriyor. Reel ücretlerde artış olmazken (ki en güçlü ekonomiye sahip olan Almanya’da 25 yıldır reel ücret artışı olmadı), sosyal devlet giderek daha hızlı bir şekilde erozyona uğratılıyor ve nüfusun, sayısı her yıl artan bir kesimi, yedek işgücü ordusuna dahi sokulmayacak şekilde, ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamdan dışındalanıyor (Exclusion). Sadece insanlar değil, Yunanistan örneğinde olduğu gibi, bütün bir ülke bir kaç yıl içerisinde yoksullaşabiliyor.
Avrupalıların korkuyla izlediği bu gelişmeye karşın, ekonomide durgunluk ve kriz süreçleri birbirlerini takip ederken, zenginler daha zenginleşiyor, siyasî ve toplumsal »elitler« daha arsızlaşıyor ve burjuva parlamenter sisteminin »oy ver, değişsin« vaadi inandırıcılığını yitiriyor. Güvencesizliğin artması, bilhassa orta katmanların korkularını artırarak, refah şovenizminin yaygınlaşmasına yol açıyor. Sosyal devlet erozyonu ile reel ücretlerin gerileme tandansının, her alanda »rakip« olarak görülen göçmen ve mülteci sayılarının artışıyla birleşince, tüm hiddetli bakışlar daha zayıf olanlara yöneliyor. Kurumsal ırkçılık ve kapitalist sisteme içkin alt sınıflar arasındaki imtiyaz hiyerarşileri, haklı tepkilerin ve öfkenin sorunları yaratan asıl hedefe, yani sisteme değil, daha zayıf olanlara yönelmesine neden oluyor.
Kapitalizmin ve bilhassa neoliberal uygulamaların tüm meşruiyetini yitirmesine rağmen, kitleleri ırkçı-faşist formasyonların popülist söylemlerle hareket geçirmesini kolaylaştıran faktör ise, reformist solun kararlı bir devrimci duruş ve direniş gösterememesidir. Dahası, asıl sorunun egemen sistem olduğunu kitlelerin bilincine çıkartmak ve onları örgütlemeye çabalamak yerine, elitist ve halktan uzak bir tavır sergilemektedir. Dolayısıyla, »sistem« diyerek, sadece geleneksel partileri hedef alan ve sistemi stabilize etme işlevi olan ırkçı-faşist formasyonlar kitleleri etkileri altına alabiliyorlar. Görünen o ki, sol, olması gerektiği kadar radikal ve devrimci olamadıkça, bu gidişat değişmeyecek.