»Siyaseten tehlikeli türbülanslar…«
Bu köşe yazısı 22 Ağustos 2018 tarihli Yeni Yaşam gazetesinde yayımlanmıştır.
Almanya sermayesinin »Avrupacı« fraksiyonlarının siyasî temsilcilerinden birisi hâline gelen SPD’nin genel başkanı Andrea Nahles de nihâyet oyuna girdi ve »Almanya’nın Türkiye’ye yardım etmesi gerektiğini« savundu. »Türkiye’nin ekonomik açıdan istikrarlı kalması ve döviz türbülanslarının sınırlandırılması, hepimizin çıkarınadır« diyen Nahles, böylelikle ABD ile aynı rotayı izlemek isteyen »transatlantikçi« sermaye fraksiyonlarına karşı pozisyon aldı. Almanya’daki reformist sol ise Nahles’i eleştirerek, »despotlarla işbirliği yapılmaz« söylemini yineledi.
Reformist solun bu söyleminin ardında, Almanya’nın »Türkiye’nin demokratikleştirilmesi için baskı yapabileceği« inancı duruyor. Hoş, bu tuhaf inanca Türkiye’de de hâlâ tutunanlar var, ama Alman emperyalizminin bugüne kadarki pratiği bu inancın bir hurafeden ibaret olduğunu yüzlerce kez kanıtladı.
Aslına bakılırsa Nahles Alman sermayesinin 150 yıldan beri söylediklerini tekrarlıyor. Alman sömürge propagandisti Paul Rohrbach 1902’de yayımlanan »Die Bagdatbahn« başlıklı kitabında şunları yazıyordu: »Sadece ve sadece siyasî ve askerî açıdan güçlü bir Türkiye, Alman İmparatorluğunun ulusal varlıklarını büyütmek ve iktisadî bilançosunu iyileştirmek için, Fırat ve Dicle’nin bulunduğu ülkelerdeki en büyük fırsatı yaratabilir. O nedenle, zayıf bir Türkiye’ye tek bir Pfennig yok; güçlüsüne ise arzu edilebildiği kadar«. 150 yıldır değişen tek olgu, sermaye temsilcisi siyasetçilerden başka bir şey değil.
Türkiye’deki türbülansların, başta eşik ülkeleri ve AB olmak üzere, Almanya için de »siyaseten tehlikeli türbülanslar« olduğu ise, reel bir durum. Almanya’nın düşük faiz politikası, Güney Avrupa bankalarını riskli, ama yüksek kâr avantajları sağlayan Türkiye gibi ülkelerde angajmana itmişti. Halihazırda İspanyol BBVA ve İtalyan Unicredit Türkiye’de en fazla kredi alacağı olan bankalar. Burjuva ekonomistleri o açıdan 1990’larda Japon bankalarını Güney Asya’daki spekülasyonlarına ve ardından patlak veren 1998 Asya Krizine atıfta bulunuyorlar.
Örneğin Leipzig Üniversitesi öğretim üyesi Gunther Schnabl, AB bankalarının borsa kurlarının düşmesine neden olan Türkiye Krizinin finans spekülatörlerini Brezilya, Güney Afrika, Hindistan ve Polonya gibi eşik ülkelerine yönlendirdiğini, bunun da AB bankaları için yeni sorunlar yaratacağını belirtiyor. AB bankalarının batmasını engellemenin yolu olarak ise, AB’nin Türkiye’ye »daha hoşgörülü kondisyonları olan« krediler örgütlemesini salık veriyor.
Schnabl da Türkiye’nin aslında bir IMF yapısal uyum programına ihtiyacı olduğunu söylüyor, ama ardından Türk hükümetinin buna yanaşmadığını vurguluyor. Doğru, dayatılacak bir IMF programı şu anki iktidar ittifakının en büyük dayanağı olan toplumsal tabanında da büyük erozyona yol açacak potansiyeller taşıdığından, Erdoğan’ın kabul edemeyeceği bir dayatma – henüz!
Henüz, çünkü krizin derinleşmesi daha beter sonuçlara yol açabilir. Ama diğer tarafta da yolun sonu görünüyor. Yüksek cari açık, artan borçlanma ve Merkez Bankasının düşük döviz rezervleri üzerine kurulu olan, aynı zamanda hem sert neoliberal tedbirlerden, hem de yandaş sermaye gruplarını teşvik etmekten oluşan ikili stratejiye dayanan birikim rejimi uzun vadede sürdürülebilir değildi. Alman emperyalizmi bunu çok iyi biliyor ve bekliyor. Bekliyor, çünkü Türkiye’deki egemen sınıfın, ticaretin yarıdan fazlasını AB üzerinden yürüttüğünü ve AB’nden vazgeçemeyeceğini, eninde sonunda dizleri üstünde Almanya’nın kapısını çalacaklarını biliyor. Boşuna »it’s the economy, stupid« demiyorlar…