Devlet icazetiyle devrimcilik olmaz!
Bu köşe yazısı 24 Kasım 2018 tarihli Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlanmıştır.
Geçen haftaki köşe yazımızda, Almanya’da yerleşik olan Kürdistan ve Türkiye kökenli göçmen kitle içerisinde hiç küçümsenemeyecek bir devrimci-demokrat potansiyel olduğunu ve bu potansiyelin büyük oranda atıl kalmasının sorumlusunun devrimci-demokratik örgütlenmeler olduğu tespitini yapmış, meydanın proje mafyasına bırakılmaması gerektiğini vurgulamıştık. Eleştiri-özeleştirimize kaldığımız yerden devam edelim.
Okurlar arasında anımsayanlar olacaktır; 1970’li ve 1980’li yıllarda dernekleri, çalışma grupları, federasyon ve konfederasyonları ile Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimci-demokratik göçmen örgütleri sadece devrimci çalışma yürütmüyor, aynı zamanda üyelerinin ve göçmen işçilerin sorunlarının çözümü için uğraşıyor, toplumsal dayanışmanın örneklerini gösteriyor ve herhangi bir devlet kurumundan para almadan, her türlü sosyal ve kültürel çalışmayı örgütlüyorlardı. Hatta 1990’lı yıllarda yapılan bir bilimsel araştırmada göçmen örgütlerinin »devletin entegrasyon için ayırdığı bütçelerden fazlasına eşit gelen çalışma yaptıkları« teyit edilmişti.
Gerçekten de Almanya’nın bir çok bölgesinde devrimci-demokratik göçmen örgütlerinin gerçekleştirdikleri çalışma ve etkinlikler, Alman devletinin tüm karalama çabalarına rağmen demokratik kamuoyunun dikkatini çekiyor, örgütler darda olan insanlarımızın baş vurduğu ilk adresler hâline geliyor, hatta otobanda bir trafik kazası olduğunda polisin yardım için ilk aradığı yerler oluyorlardı. Bugün dahi, hâlâ varlığını sürdüren herhangi bir derneğe gittiğinizde, duvarlarında veya kitaplıklarında bu faaliyetleri anlatan binlerce fotoğraf ve doküman bulmak olanaklıdır.
Kimi okur nostalji yaptığımız düşünebilir. Ama hayır, derdimiz nostalji değil. Geçen yüzyılın koşullarına uyan, ama bugüne pek yanıt veremeyen dernek vb. yapıları önermek de değil. Asıl derdimiz o zamanlar kitlenin geniş bir kesimine hakim olan devrimci, dayanışmacı ve mücadeleci ruhu anımsatmak, o ruhun yeniden yaygınlaştırılmasının zorunluluğunun altını çizmektir.
Peki, neydi o ruh hâli? Haksızlığa ve adaletsizliğe tahammül etmeyen, emeği en yüce değer olarak gören, faaliyetleri imece usulü ile ve gönüllü gerçekleştiren, insanlarımızın sorunlarının çözümünü hedefleyen, ortak çıkarlar uğruna sırt sırta veren, sendikal mücadeleyi önemseyen, yürüyüş ve mitinglere katılmaktan ve katılımı artırmaktan imtina etmeyen, örgütüne ve insanına sahip çıkan devrimci, dayanışmacı insanların ruh hâlini anımsatmaya gerek var mı hiç?
Hatalar olmadı mı? Olmaz mı, saymakla bitmez! Ama kendi yağımızda kavrulur, örgütler olarak aramıza kavga etsek bile, hiç birimiz devrimciliğimize devlet icazeti lekesinin sürülmesine izin vermezdik. Bugün ise, yapılacak herhangi bir etkinlik için bütçe aramaktan, bütçe almak için ilkelerden taviz vermekten, projeciliği örgütsel çalışma ile karıştırmaktan, devlet kurumlarınca kabul edilmeye uğraşmaktan yorulur olduk. Eskiden »salon devrimciliği« diye bir tanım vardı. Artık onu da aştık, Facebook ve Twitter devrimcisi oluverdik.
Hata veya yanlışın telafisinin ilk adımı, hatayı kabul etmektir. Devlet, hele Alman devleti, verdiği parayla devrimcilik yaptırmaz. İliştirilmiş projeciden ise devrimci çıkmaz.