Açlık! Grev! Kurtuluş?
Bu köşe yazısı 5 Ocak 2019 tarihli Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlanmıştır.
Hiç açlık çektiniz mi? Öyle bir kaç saat falan değil, günlerce, hatta haftalarca, hem de kendi kararınızla? Perhizden bahsetmiyoruz elbet. Bir yerlerde okumuş olmalısınızdır; dördüncü günden itibaren zehirli metabolizma unsurlarının kanda toplanmaya başladığını, onuncu günden itibaren hücrelerin yenilenemeden öldüklerini, ikinci haftanın sonunda dekompensasyon sürecinin başladığını, ellinci günden itibaren kalıcı hasarların oluştuğunu ve ölüm tehlikesinin baş gösterdiğini…
Hani kendi ülkemizdeki örnekler pek kaale alınmaz ya – halbuki ne kadar da çoktur – Avrupa’dan örnek verelim: 1974’de Kızıl Ordu Fraksiyonu mensubu Holger Meins açlık grevinin 57’inci gününde yaşamını yitirdi. İrlanda Cumhuriyet Ordusu IRA üyesi Bobby Sands 1981 açlık grevleri eylemlerinin 66’ıncı gününde öldü… Yanlış hesaplamadıysak, siyasî tutsak, HDP milletvekili ve DTK Eşbaşkanı Leyla Güven de bu yazı yayımlandığında 59’uncu günü ardında bırakmış olacak.
Peki, Leyla Güven ve diğer tutsaklar neden açlık grevinde? Kendileri için bir ayrıcalık, daha iyi muamele veya serbest bırakılma mı talep ediyorlar? Hayır, istedikleri PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasıdır. Tecrit kalkınca ne olacak? Kamuoyu doğrudan Öcalan’ın kendisinden ne istediğini, barışın nasıl gerçekleştirilebileceğini öğrenecek. AKP-MHP-Saray-Rejiminin elinden en önemli manipülasyon aracı alınmış olacak.
Sormaya devam edelim: Kendi açıklamalarına göre ölüm orucuna dönüştürülebilecek olan açlık grevi tek başına başarılı olabilecek mi? Sahip çıkmaz, dayanışmamızı göstermezsek, pek kolay başarı elde edilemeyecek gibi görünüyor. Çünkü gerek Türkiye’deki rejim, gerek Avrupa’nın sözüm ona demokratik (!) hükümetleri, gerekse de yozlaşmış olan burjuva toplumları artık tüm hassasiyetlerini ve değerlerini yitirmiş durumdalar. Bir değil, binlerce değil, milyonlarca insanın yaşamını yitirmesi, körelmiş vicdanları harekete geçirmiyor artık.
Peki, ya biz devrimciler, sosyalistler, komünistler? Sanki Türkiye’de düşman ceza hukuku uygulanmıyormuş, seçimle herhangi bir değişiklik söz konusu olabilecekmiş gibi davranıp, tüm dikkatini yerel seçimlere veren demokratlar? Suskun mu kalacağız, hâlâ, 59’uncu günde? Her fırsatta Voltaire’in ünlü sözünü alıntılayanlar, sırası geldiğinde, siyasî talepleri için bedenlerini ölüme yatıranlara ne diyecekler? Goethe’nin Faust’unda yazdığı gibi, »Eğer arkalarda, uzaklarda, Türkiye’de / Halklar birbirlerini boğazlarken/… Camda dikilip, şarabımı yudumlayacağım« mı diyecekler?
»Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz!« sloganlarını haykıranlaradır sözümüz. Elbette kurtuluş tek başına olmayacaktır, ama canlar tek başına hücrelerde yitip gitmek üzereyken, sözü eyleme dönüştürmek için daha ne kadar bekleyeceğiz – bilhassa Avrupa’nın görece refah ve özgür ortamlarında? 21’inci Yüzyıl’da, bunca deneyimden sonra, tecride karşı çıkmanın devrimciliğin turnusol kâğıdı olduğunun kanıtlanmasını mı bekleyeceğiz?
Açlık çekelim illa ki demiyoruz. Açlık grevlerindekilere sahip çıkalım, sesleri olalım, yalnız bırakmayalım, birlikte mücadele edelim diyoruz. Ya şimdi, ya hiç!