Alman emperyalizminin gönüllü tayfası: Yeşiller
Mayıs ayında yapılan Avrupa Parlamentosu Seçimlerinde yüzde 20,5 ile beş yıl öncesine nazaran oylarını ikiye katlayan Alman »Birlik 90/Yeşiller Partisi« (Yeşiller) SPD’yi geride bırakıp, Almanya’nın ikinci büyük partisi hâline gelerek burjuva medyasının »sevgilisi« oldu. Sermaye temsilcileri dahi basına verdikleri demeçlerde, »diğer partiler de Yeşiller gibi iklim konusuna ağırlık vermelidirler« diyerek, Yeşillere gülücükler dağıtıyorlardı. Ne de olsa salt CDU ve CSU seçmenlerinden 1,2 milyon oyun Yeşillere kayması, bu partinin Almanya’nın geleceğinde yeni bir rol oynayacağına işaret ediyordu. Hatta sadece sol-liberal burjuva kalemler değil, muhafazakâr Welt gazetesi bile, Yeşillerin eş başkanları Annalena Baerbock veya Robert Habeck’in gelecek Şansölye olabileceğini yazıyorlardı.
Peki, nasıl oldu da, bir zamanların alternatif ve pasifist partisi böylesi bir »başarı hikâyesini« yazabildi? Ocak 1980’de parlamento dışı muhalefet güçlerince, bilhassa nükleer enerji ve savaş karşıtlarının katılımıyla kurulan (ki o zamanlar »Ortodoks sola korku salan yeni sol« olarak lanse ediliyorlardı) ve 1993’de Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ndeki karşı devrimci »Birlik 90« hareketiyle birleşerek, şimdiki adını alan Yeşiller, uzun yıllar boyunca muhafazakârlar tarafından bir umacı gibi görülüyorlardı. Halbuki komünistler daha ilk kuruluş günlerinde bu partinin kitlelerin nükleer enerji ve savaş karşıtı yaklaşımlarını sisteme entegre edeceklerini ve kitle hareketlerini antikomünist çizgiye kanalize ederek, ehlileştireceklerini iddia ediyorlardı.
Nitekim aradan geçen 39 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, Alman komünistlerinin 1980’de yaptıkları tespitin doğruluğunu ve Yeşillerin her iki noktada da »başarılı« olabildiklerini görebiliriz. Gerçi Alman ordusunun Yugoslavya’ya yönelik emperyalist savaşa katılmasının baş aktörlerinden dönemin Dışişleri Bakanı Joseph Fischer’in hızlı dönüşümünden bu yana Yeşillerin »pasifizm boyası« çoktan döküldü, ancak parlamentarizmin »oyun kurallarını« çabucak kavrayan Yeşil oportünistler partinin güya »alternatif, çevreci ve barışçıl« güç olduğu demagojisini – burjuva medyasının da üstün gayretleriyle – bugüne dek iyi kullanabildiler.
Bilhassa dünya çapında, özellikle zengin coğrafyalarda genç insanların iklim değişimine karşı kitlesel olarak sokaklara döküldükleri bugünlerde, dünya komünist hareketinin zayıflığı ve parlamentarizm batağında debelenen reformist solun basiretsizliği nedeniyle, »Yeşil pazarlamacılar« hayli başarılı olabiliyorlar. »Fridays for Future« hareketine katılan Almanya’daki genç seçmenler, Yeşillerin parlamento dışı muhalefetteki kökenlerine ve »Yeşil pazarlamacıların« demagojilerine kanarak, oylarını kullandılar. Yapılan araştırmalar Avrupa Parlamentosu Seçimlerinde 30 yaş altı seçmenlerin yüzde 33’ünün oylarını Yeşillere verdiğini ortaya çıkardı.
Yeşil demagojinin gizledikleri
Nedense Ren Kapitalizminin sosyal devlet tavizlerini yok eden ve »sosyal piyasa ekonomisinin« sembolik mezar taşı hâline gelen gerici Hartz-Yasalarının 1998’den sonra bizzat Schröder-Fischer hükümetlerince gerçekleştirilmesinden bu yana neoliberal politikaların taşıyıcısı olan Yeşillerin ekoloji alanındaki gericilikleri dikkate alınmıyor. Hâlâ »ekoloji partisi« olarak kabul gören Yeşiller, çeşitli Eyalet Hükümetlerinin ortakları olarak çevreye zarar veren sayısız kararların altına imza attılar. Örnek vermek gerekirse: Hessen Eyalet Hükümetinin ortağı olan Yeşiller, 1980’lerden bu yana toplumsal dirençle karşılaşan Frankfurt Hava Limanı genişletilmesini onayladılar. Kuzey-Ren Vesfalya Hükümetinin ortağı olarak son yıllarda ekolojik direniş sembolü hâline gelen »Hambach Ormanı«nın yok edilmesine karşı küçük parmaklarını dahi oynatmadılar. Ya da Baden-Württemberg Eyalet Hükümetinde Eyalet Başbakanı düzeyinde temsil edilen Yeşil oportünistler, bütün »ekolojik değerlerini« Daimler otomobil tekelinin çıkarlarına harcadılar. Mütemadiyen ırkçı çıkışlarıyla burjuva basınında yer alan Yeşil Büyükşehir Belediye Başkanlarını saymıyoruz bile.
Komünistler her zaman ekoloji politikalarının bir sistem sorunu olduğunu söylüyorlardı. Bu tespitte değişen bir şey yok aslında. Bilhassa nükleer enerji söz konusu olunca. Nükleer karşıtı olarak ün yapan Yeşil oportünistlerin ortak oldukları Eyalet Hükümetlerinde nükleer atıklar konusunda yürüttükleri politikalara bakıldığında, çevreci maskelerinin de ne denli tahrip olduğunu görmek mümkün. Nükleer enerjiden vazgeçilmesi tartışmalarında ve Federal Hükümetin Almanya’daki nükleer santralleri kapatma kararını almasında Yeşillerin belirli bir etkisi oldu elbette. Aslına bakılırsa Yeşiller sayesinde toplum genelinde yaygınlaşan hassasiyetin etkisinden bahsetmek gerekir. Ve Yeşiller bu noktada da toplumsal hassasiyetleri sisteme uygun bir yöne kanalize etmede başarılı oldular.
Bir tarafta emisyon ticaretini destekleyerek, çevre kirliliği üzerinden sermaye birikim olanaklarını yarattılar, diğer taraftan da »Yeşil kapitalizm mümkün« safsatasıyla nükleer atıkların depolanması konusundaki suskunluklarını gizleyebildiler. Örneğin Hessen Eyaletinde kapatılan Biblis Nükleer Santralinde 2006 Mayıs’ından bu yana 1.400 ton nükleer atık bulunmasına rağmen, eyaletin Yeşil bakanlarından ses çıkmıyor. Aynı tavrı, nükleer atık için uygun jeolojik formasyona sahip olan Baden-Württemberg Hükümetinde de görmekteyiz. Tüm bunlara rağmen Yeşiller »ekoloji partisi« olarak pazarlanabiliyorlar.
Yeşil şahinler
Yeşil oportünistlerin belki de en önemli dönüşümleri, muhafazakâr ve liberal burjuva partilerinin beceremeyeceği esneklikteki savaş kışkırtıcıları hâline gelmeleridir – ki bu 1990 sonrasında hızla gelişen bir durumdur. Sürece kısaca bir bakalım:
Yugoslavya Savaşı:1992 Ağustos’unda dönemin AP milletvekili Claudia Roth ve Yönetim Kurulu üyesi Helmut Lippelt »Batı müdahale etmelidir« açıklamasını yaparak, kamuoyunda tartışma başlattılar. 1993 Ekim’inde yapılan bir parti kurultayında Joseph Fischer ve 1968’in »öğrenci liderlerinden« Daniel CohnBendit (»Kızıl Danny«) Batı’nın »askerî müdahalede bulunmasını« talep ettiler. CohnBendit daha da ileri giderek, »Belgrad’ın bombalanmasını« ve Bosna-Hersek’in askerî müdahale ile »korunmasını« istedi. 1996 Ekim’inde Saraybosna’yı ziyaret eden Fischer, »Yugoslavya’daki soykırımı pasifizmle durduramayız« diyordu. Fischer taleplerinde öylesine radikaldi ki, 19 Haziran 1998’de Federal Parlamento’daki bir oturumda dönemin CDU’lu Savunma Bakanı Volker Rühe onu, »reel politika yarışında önce olmak için bizden fazla şahinlik yapıyorsunuz« diye eleştirecekti.
Kosova 1999:Nitekim SPD-Yeşiller hükümeti kurulduktan sonra 16 Ekim 1998 Federal Parlamento oturumunda Yeşiller fraksiyonu büyük bir çoğunlukla BM Şartı’na aykırı olan NATO müdahalesine »Evet« oyu verdiler. 1999 Mart’ında Erfurt’ta yapılan Parti Kurultayı savaşa katılmayı onaylayınca 24 Mart 1999’da F. Alman savaş uçaklarının da 1945 sonrasında ilk kez katılımıyla NATO bombardımanı başladı. Yeşiller bir kez daha burjuvaziye hizmet ettiler: Antifaşizmi, antikapitalist ve antiemperyalist özünden kopararak. »Faşizme karşı mücadele« lafı artık rejim değişiklikleri, hammadde ve piyasalara engelsiz ulaşımı sağlayan müdahale savaşları, kısacası Alman emperyalizminin yayılmacılığı için kullanılan bir demagojiye dönüştürüldü. İlginçtir, CDU’nun şahinlerinden olan Jürgen Rüttgers F. Alman uçakları Kosova Savaşına katılmak için havalanırken şu tespiti yapacaktı: »Biz iktidarda olsaydık ve aynı kararı alsaydık, tüm ülke ayağa kalkardı. SPD ve Yeşiller ilk kez savaşa onay veriyorlar ve ne sendikalar, ne kiliseler, ne de başkaları tek bir itirazda bulunmuyorlar«.
2001 Afganistan Savaşı:11 Eylül saldırılarından sonra başlatılan Afganistan Savaşı, Alman emperyalizmi için yeni fırsatlar yaratmıştı. Nitekim hükümet ortağı olan Yeşiller 24 Kasım 2001’de Alman ordusunun savaşa katılmasını onayladılar. Aynı tarihlerde Claudia Roth »bizim savaşa karşı olmamız veya savaş taraftarı olmamız söz konusu edilemez. Biz, savaş karşıtı bir partiyiz« diyordu – hem de SPD-Yeşiller Hükümetinin Afganistan’a 1.200 Federal Ordu mensubunu gönderme kararını aldıktan sonra. Yeşillerin kurucu üyelerinden ve Fischer’in müsteşarlığını yapan Ludger Vollmer savaşa katılma kararını, »Elbette vicdanımız sızlıyor, ama koalisyonun planlanan sosyal reformları yaşam geçirmesi için ayakta kalması gibi stratejik konular da vicdanımızın parçasıdır« diyerek savunacaktı. Vollmer’in »sosyal reform« dediği, Hartz Yasalarıyla istihdam piyasasını esnekleştiren, çalışma ve ücretlendirme koşullarını kötüleştiren ve tekellere yarayan »sosyal giderlerde tasarruf« politikalarından başkası değildi.
2011 Libya Savaşı:Fransız emperyalizminin öncülüğündeki NATO orduları »Arap Baharını ve demokrasi mücadelesini desteklemek« gerekçesiyle Libya’ya saldırmak için hazırlıklara başladıklarında, dönemin muhafazakâr-liberal Federal Hükümeti BM Güvenlik Konseyi’nde çekimser oy kullanması üzerine, bizzat Fischer ve önde gelen Yeşiller temsilcileri Dışişleri Bakanı FDP’li Guido Westerwelle’yi, »Almanya’nın kurulduğu günden bu yana en büyük dış politika fiyaskosuna neden olmakla« suçlamış, »ülkemizin dünyadaki pozisyonuna zarar vermemek için askerî harekata katılma kararının alınmasını« talep etmişlerdi.
Aynı şekilde Arap dünyasında 2011 ve sonrasında başlayan devinimlerde özellikle Yeşillerin müdahaleci tavırları ve çekingen davranan muhafazakâr-liberal hükümete karşı çıkışları dikkat çekiyordu. Yeşillere yakın olan siyasî vakıf Heinrich-Böll-Vakfı elindeki devasa bütçeleri Arap dünyasındaki »sivil toplum örgütlerinin geliştirilmesine« ve Alman tekellerinin çıkarlarının korunmasına harcıyordu – hâlen de harcamaya devam etmekte. Federal Ordu’nun Suriye’de »daha aktif« katılımını savunan Yeşiller, Katrin Göring-Eckardt gibi Meclis Grup Başkanlarının ağzıyla DAİŞ gibi örgütleri gerekçe göstererek »demokrasi düşmanlarına karşı sessiz kalamayız. Ortak stratejiye ihtiyacımız var. Eğer karada askerî olarak müdahale edeceksek, bunu hemen yapmalıyız« diyerek, ne denli »pasifist« ve »savaş karşıtı parti« olduklarını kanıtlıyorlardı.
Transatlantikçi sermaye fraksiyonlarının borazanı oldular
Yeşillerin 1990’lı yıllardan bu yana giderek ABD taraftarı bir savaş partisi oldukları artık su götürmez bir gerçek. Yeşiller sayesinde Almanya’nın »güvenliği« artık sadece Hindukuş’ta değil, Somali’de, Mali’de, Irak’ta, Litvanya’da ve deniz aşırı bölgelerde »savunuluyor«. Bir zamanlar barış hareketinin kucağında doğan parti, aynı barış hareketine »hayalperest naif hareket« suçlamasında bulunurken, aynı zamanda Washington’daki NeoCon şahinlerle işbirliğine giriyor. Örneğin partinin dış politikalar uzmanı Cem Özdemir ve AP temsilcisi Reinhard Bütikofer, ABD’li NeoCon’ların başlattıkları ve AB ile NATO’dan »Rusya ile olan ortaklığı sonlandırmalarını« talep eden çağrının ilk imzacıları olmaktan çekinmiyorlar.
Aslına bakılırsa Yeşillere »göçmen yanlısı« resim çizmeye yardımcı olan ve partinin »demokratik, genç ve modern« olmasının kanıtı olarak gösterilen Özdemir, Yeşillerin renginin ekolojik »Yeşilden« Alman militarizminin »fıstıkî yeşiline« dönüştüklerinin en güzel kanıtı. Daha geçenlerde Yeşiller Meclis Grubunun »güvenlik politikaları« sözcüsü (ve bir dönemin »vicdani reddicisi«) Tobias Lindner ile birlikte üniforma giyip, Federal Ordu’da »staj« yapan Özdemir uzun zamandır ABD politikalarını savunuyor. Elbette bu kendiliğinden olan bir gelişme değil. Özdemir uçak bileti skandalı nedeniyle görevinden istifa ettikten sonra »German Marshall Fund of the United States« tarafından burslandırıldı ve 2002’de Dünya Ekonomik Forumu’ndan »Geleceğin Küresel Lideri« ödülünü aldı. Silah tekellerinin PR çalışmalarını yapan ve burjuva medyasının dahi sorgulayarak baktığı Mority Hunziker’in maddi desteğini alan Özdemir, transatlantikçi Alman sermaye fraksiyonlarının temsilciliğini yapan »Atlantik Köprüsü« adlı örgütün üyesi. Göring-Eckardt, Roth, Bütikofer gibi Yeşiller de bu örgütün üyesi. Yeşil milletvekili Omid Nouripour hem »Atlantik Köprüsü«, hem de »Alman Atlantik Topluluğu« adlı örgütlerin yönetim kurulu üyeliğine devam ediyor. Özdemir ise aldığı burstan sonra beklenmedik bir biçimde AB ve ABD arasındaki politikaların tartışıldığı tüm kurumlarda yer alıp, kariyer yaptı.
Benzer bir kariyeri eski milletvekili Marieluise Beck ve Heinrich-Böll-Vakfı’nın eski başkanı Ralf Fücks de yaptılar. Bu ikili »Liberal Modernite Merkezi« adlı bir düşünce kuruluşunu kurup, bilhassa Rusya karşıtı politikaların desteklenmesine kendilerini adadılar. 2019 Ocak’ında basına sızan bilgilere göre, Britanya gizli servisi tarafından geliştirilen ve »Batılı hükümetlerin Rusya karşıtı dış politika ajandasını destekleme« hedefini güden »Integrity Initiative« girişiminin Almanya »partneri« olan Beck ve Fücks, 1972’den bu yana CIA’nin yan kuruluşu olan »RAND Corporation«un uzmanı, azılı antikomünist Hannes Adomeit ile birlikte girişimin sözcülüğünü yapıyorlar. 77 yaşındaki Adomeit’ın »Kiel Üniversitesi Güvenlik Politikaları Enstitüsü«nün onur başkanı olması ve bu enstitünün Federal Savunma Bakanlığı tarafından finanse edilmesi, Yeşillerin askerî-sınaî kompleks ile ne denli içli dışlı olduklarının da bir göstergesi. Ne zaman burjuva basınında Rusya’ya yönelik bir suçlama gerekli olursa, »sivil toplum temsilcisi« olarak Becks veya Fücks’ü gazeteler ve televizyon programlarında görmek olanaklı oluyor. Becks ve Fücks özellikle Ukrayna’daki neofaşistleri destekliyorlar ve Rusya’ya yönelik yaptırımları savunuyorlar.
Sonuç yerineHaziran 2019 araştırmalarına göre CDU/CSU’nun (yüzde 26) ardından yüzde 25 ile ikinci parti durumunda olan Yeşiller Partisinin, 1980’lerdeki »Yeşil hareketle« yakından uzaktan bir ilgisi kalmadı artık. Orta ve uzun vadede Yeşillerin muhafazakâr CDU/CSU için ideal partner ve çoğunluk sağlayıcı güç olmasından hareket edilebilir. Eyaletler düzeyinde »olağanlaşan« işbirliği, federal düzeyde de »olağan Siyah-Yeşil-Koalisyonlar« dönemine işaret ediyor. Gelir düzeyi ortalamanın üzerinde, belirli bir egoist çevrecilik yaklaşımında olan, »küreselleşme« kazananı seçmen gruplarının temsilcisi, ama aynı zamanda da ABD emperyalizmi ile işbirliğini savunan bir »Lobiciler Derneğinden« ibaret olan Yeşillerin, neoliberal ekonomi politikalarına ve emperyalist yayılmacılığa kozmetik rötuşlarla toplumsal rıza üretme görevini üstlenen gönüllü tayfa olduklarını tespit etmek için siyaset bilimcisi olmaya gerek yok. Yeşiller, bugün geldikleri noktada dış ve güvenlik politikalarında militarizmi, sosyal politikalar alanında gericiliği ve ekoloji politikalarında da sisteme entegre sermaye birikimi teşvikini temsil ediyorlar. Transatlantikçi ve neoliberal politikaların taşıyıcısı olan Yeşillerin bu dönüşümü, kapitalizmi alaşağı etmeden ne çevreci ve barışçıl, ne de demokratik ve sosyal bir sürecin başlatılamayacağını kanıtlıyor. Hiç şüphe yok; gelecek »Yeşil kapitalizm« ile değil, Sosyalizm ile şekillendirilebilecektir!