Savaşın Ortadoğu cephesi kızışıyor…
Bu köşe yazısı 5 Ocak 2020 tarihli Yeni Yaşam gazetesinde yayımlanmıştır.
2019’un son günleri, 2020’nin ilk günlerinde neler olabileceğine işaret ediyordu. 27 Aralık’ta Kerkük’te tırmanmaya başlayan gerginlik 29 Aralık ABD hava saldırısı ve ardından Bağdat’taki ABD Büyükelçiliği önündeki protestolarla had safhaya gelmiş, Başkan Trump’un misilleme tehdidini savurması ve ABD Savunma Bakanı Mark Esper’in »önleyici vuruş hazırlığındayız« açıklamasıyla da suların kaynamaya başladığı görülür olmuştu. Nitekim Cuma sabahı Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle süreç yeni bir ivme kazandı.
Aynı gün yapılan yorumlarda öne çıkan ana görüş, »ABD İran’a savaş ilân etti« biçiminde özetlenebilir. Aslına bakılırsa ABD emperyalizminin herhangi bir savaş ilânına ihtiyacı yok. Başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerin BM Şartı’nı ve uluslararası hukuku kaale aldıkları da söylenemez. Kanımızca söz konusu olan, ilân edilmemiş Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşının Ortadoğu cephesindeki yeni gerginlik ivmesidir. Süleymani’nin öldürülmesi şüphesiz kanlı misillemeleri tetikleyecek radikal bir hamle olmuştur, ancak nihayetinde bu ve ardından gelecek adımlar sürmekte olan savaşın belirli aşamaları olarak tarihe not düşülecektir. Kaldı ki mesele sadece ABD ve İran arasındaki tekil bir çatışmadan ibaret değildir.
Savaşın Ortadoğu cephesinde bundan sonra neler olabileceğini öngörmek pek kolay değil. Şiddet sarmalının ve kan denizinin büyüyeceğinden şüphe yok. İran’ın, doğrudan veya etkisi altındaki bazı güçler üzerinden »sert« yanıt vereceğinden hareket edilebilir. Peki ama ondan sonra ne olacak?
İran’daki gerici rejimin savunulacak bir yanı yok elbette. Ancak İran devletini de hafife almak yanıltıcıdır. İran’ın bölgedeki etkisi, her ne kadar darbe almış olsa da hiç küçümsenecek düzeyde değil. Sadece Basra Körfezi, Umman Denizi ve Yemen Denizi’ndeki konumlanışını ele aldığımızda, enerji nakliyatına dünya çapında zarar verme potansiyeline sahip olduğunu görürüz. Ayrıca rejimin savaş durumunda toplumsal desteğini ne denli artıracağını da unutmamak gerekiyor.
Diğer yandan İsrail ve Suudi Arabistan egemenlerinin bu gerginlikten fırsat çıkarmaya çalışacaklarından da hareket etmek gerekiyor. Körfez ülkelerinde, Lübnan’da, Irak ve Suriye’de, Yemen’deki etki alanlarını genişletmeye çalışacaklardır, ki bu çabaları da gerginlik ivmesinin artmasına yol açacaktır. Libya tezkeresi bağlamında Libya’da Mısır ve Türkiye’nin karşı karşıya gelme tehlikesinin yanı sıra, yakın komşular olarak Sudan, Cibuti ve Somali’de de kritik eşiğin aşılması söz konusu olabilir. İsrail’in nükleer cephanesi ile İran’ın nükleer enerji çalışmaları yan yana geldiğinde de Ortadoğu’nun dehşet verici bir radyoaktif mezarlığa dönüşme olasılığı artmaktadır. Rusya’nın bölgedeki çıkarlarından henüz söz etmiyoruz bile.
Avrupalı emperyalistler bu nedenle, ABD’ne olan tüm bağlılıklarına rağmen, gerginliğin azaltılması için kollarını sıvadılar. Çünkü Ortadoğu cephesinin kızışması dolaylı olarak Avrupa’yı olumsuz etkileyecek. Ancak AB, Güvenlik Konseyi üyesi Fransa’nın haricinde pek yaptırım gücüne sahip değil. Alman hükümetinin »kontrol altına alınamayacak savaştan çekiniyoruz« demesi, bu nedenle sıradan bir söylem olarak görülmemeli. Çin hükümetinin »barış ve istikrar hemen sağlanmalı« diyerek araya girmiş olması ise, Ortadoğu yangınını söndürmese de gerginliği azaltacak bir rol oynayabilir.
Öyle ya da böyle, dünya kritik bir süreçten geçiyor. Egemenlerden bir şey bekleyecek durumda değiliz. Artık barış istemek ve savaşa karşı olmak da tek başına yeterli değildir – barış uğruna mücadele edilmediği sürece. Çünkü, Karl Liebknecht’in haklı olarak söylediği gibi, »gerçek düşman kendi ülkemizdedir« – her zaman ve her ülkede.