Heykel yıkmanın dayanılmaz hafifliği
25 Haziran 2020
ABD’nde polislerin siyah Amerikalı George Floyd’u bilinçli bir şekilde katletmelerinin ardından yaygın burjuva medyası için görünmez olan kitlesel protesto hareketleri dünya çapında görünür oldular. Bugünlerde manşetlerden düşen ve kimi yerlerde kapitalist devletin zor aygıtına zor anlar yaşatan protestolar, özellikle sömürgecilerin heykellerinin yıkılması, o günlerde burjuva medyasında da belirli bir anlayışla karşılanıyordu. Genelde ırkçı-faşist yaklaşımları demokratik ve sosyal hakların daha da kısıtlanmasını hedefleyen politik uygulamaları gerekçelendirmek için manşetlerine taşıyıp meşruiyet zırhı sunan, emperyalist müdahale savaşlarına »vatan cephesinde« toplumsal rıza üretmek için göçmen ve İslam karşıtlığını körükleyen, »basın« olmaktan ziyade farklı sektörlerde faaliyet gösteren medya tekellerinin kitlelerin heykel yıkan öfkesine sempati ile bakmaları açıkça tuhafımıza gitmişti.
Elbette kitlesel eylemleri »Vandalizm« olarak karalamaya çalışan, devletin bu eylemlere »en sert şekilde yanıt« vermesini talep eden yorumcu ve siyasetçiler yok değildi. Hatta Trump »yağmaların olduğu yerde silahlar konuşur« biçiminde tehditler savurmuştu. Ancak polis şiddetinin her zamanki seviyesinde devam etmesinin haricinde olağan dışı devlet tepkisi görülmedi. Zaten burjuva medyası da olaylar sönümlenmiş gibi olağan yayınına geri döndü.
Dünyanın muhtelif yerlerinde ve genellikle benzer nedenlerden dolayı patlak veren kitlesel protesto eylemleri ve kalkışmalar hiç şüphesiz hâlen devam etmekte. Egemen sınıfların politikalarına yönelik öfke, çalışma ve yaşam koşullarına duyulan hoşnutsuzluk lava misali toprak altında kaynamaya ve bulduğu çatlaklardan farklı şiddette fışkırmaya devam ediyor hâlâ. Burjuva medyasında görünür olmamaları, Irak’ta, Lübnan’da, Brezilya’da veya Paris gibi Avrupa metropollerinde sokakları ateşe veren öfke patlamalarının olmadığı anlamına gelmiyor.
Gene de; bu kitlesel öfke patlamalarını, kendiliğinden gelişmelerini, heykel yıkma gibi eylemleri önemli birer direniş dinamikleri, toplumsal direnç mekanizmalarını tetikleyip demokratik ve sosyal haklar mücadelelerine ivme katabilecek eylemler olarak nitelendirsek de, egemen sınıfları huzursuzlaştıracak potansiyele henüz kavuşamadıklarını tespit etmek durumundayız. Ki bu tespitimizin bilhassa emperyalist merkezlerdeki eylemler için geçerli olduğunu vurgulamalıyız.
Düşüncemizi açmak için Alman sermayesinin medyadaki amiral gemisi olan FAZ gazetesinden uzunca bir alıntı yapmak istiyoruz. 20 Haziran 2020’de gazetenin yayıncılarından Jürgen Kaube kısaca şunları yazıyordu:
»Geçenlerde Bristol’de bir köle tüccarının 17. Yüzyıl’dan kalma heykelini Avon nehrine atanlar kendilerini olağanüstü siyasi ve anti-sömürgeci olarak görüyorlardı. Aynı Boston’da bir heykelin kafasını indirenler veya ırkçılığa karşı öfkelerini Churchill’in heykelinde göstermek isteyenler gibi. (…) Böylesi yıkıcı eylemleri, reformasyonun ikon saldırılarıyla aynı gelenekte görmek mümkün. Ancak tam bu noktada geçmişin ve günümüzün protestoları arasındaki fark göze batıyor. Eksik olan bir devrim, bir toplumsal devinimdir. Tarihsel örneğine nazaran bugünkü eylemler bir reformasyon veya rejim değişikliği bağlamında değillerdir. (…) Eylemcilerin karşı karşıya kaldıkları en büyük risk, mala zarar verme nedeniyle suç duyurusunda bulunulmasıdır. Şimdiye kadar elde ettikleri en büyük başarı da sadece haber değeri olmaktır. (…) Bir siyah Amerikalının utanç verici biçimde katledilmesi, sömürgecilik ve ırkçılığın günümüze dek uzanan uzun tarihinin bir parçasıdır. Bu tarihin heykellerin yıkılmasıyla sonlanacağını zannetmek, yanılgıdır.« (a.b.ç.)
Belki okura tuhaf gelecek, ama Kaube’ye hak vermek zorundayız. Çünkü ırkçılığı ve cinsiyetçiliği, polis şiddetini ve katliamlarını salt siyasetçilerin kişiliklerine, söylemlerine, tarihi romanların (örn. Mark Twain) veya Holywood filmlerinin anlatımlarına indirgeyen, toplumsal eşitsizliklerin ve bölünmelerin ekonomik temellerini tematize edip, hedeflerine koymak yerine, bu temeller üzerine kurulu olan heykelleri yıkmanın dayanılmaz hafifliğine kapılarak sembolik mücadelelerle yetinen hareketler, karşı çıktıklarını iddia ettikleri iktidarlar karşısında »zararsız« kalmaya mahkumdurlar.
Bunları, canlarını ve sağlıklarını ortaya koyarak sokaklara dökülenleri, egemen siyasete müdahale etmeye çalışanları ve gerçekten öfke duyanları kötülemek veya yaptıklarını olumsuzlamak anlamında belirtmiyoruz. Aksine, bariz bir biçimde var olan bu toplumsal direniş potansiyelinin gündemine sistem sorusunu oturtma görevini anımsatmak için yazıyoruz. Hiç şüphe yoktur ki bu, devrimcilerin, komünistlerin ivedi görevlerinden birisidir ve onlar »neyi, nasıl yapmalıyız?« sorusunun yanıtını vermekle yükümlüdürler.
İğneyi böylelikle kendimize batırdıktan sonra yazıyı, sayfadaki yerimizi fazlasıyla işgal etmemek için, »sermaye sınıfını mülksüzleştiren ve buradan kamulaştırmaya ve eşitlikçi, özgürlükçü adımlarla ilerleyen bir devrimden söz etmeye çalışıyorum« diyen Ayşe Düzkan’ın 24 Haziran 2020’de artıgerçek.com sayfasında yayınlanan »peki öteki türlü oluyor mu?« başlıklı yazısından bir alıntı ile noktalayalım:
»sadece 20. yüzyıldan öğrendiklerimiz değil, bu yüzyılın deneyimleri, örneğin nepal süreci bize bunun için silahlı bir güce gerek olduğunu gösteriyor.
demokratik araçlarla mücadele eden bir hareket devrim yapamasa da bazı toplumsal dönüşümler gerçekleştirebiliyor ancak demokratik bir hareketin sarmalamadığı bir silahlı gücün başarılı olma şansı bulunmuyor; uluslararası dengeleri hesaba katmadan da ciddi bir iktidar değişikliği mümkün olmuyor. bütün bunları tekrar düşünmeden, tekrar konuşmadan da yapabileceğimiz çok şey var tabii ama kapsamı sınırlı.
devrimin bir hülya, bir ütopya ve en tatsızı, tartışmalarda bir pozisyon olmanın ötesine geçip hepimizin hayatını değiştiren bir imkân olması için, nasıl, hangi araçlarla yürüyeceğimizin üzerine düşünmenin zamanı geldi de geçiyor. ve bu, sadece tarihi ve avrupa’yı gören bir noktadan yapılacak iş değil.«