Alman emperyalizminin kundakçılığı
Almanya’nın Ukrayna ve Kürdistan politikaları üzerine
25 Nisan 2022
Alman faşizminin yenilgisinin ardından kurulan iki kutuplu dünya düzeni ve emperyalist güçlerce başlatılan Soğuk Savaş Federal Almanya’daki (FAC) sermaye fraksiyonlarının yenilgiyi, ABD emperyalizminin hegemonyasını ve kendilerini kontrol altında tutmak için kurgulanan “Avrupa Çatısını” kabullenmeye zorlamıştı. Kısa süre sonra yeniden palazlanan Alman tekelci burjuvazisi hiç vazgeçmediği dünya devi olma hedefi uğruna çeşitli tavizlere boyun eğmiş, FAC’nin 1949’da “Amerikalıları içerde, Rusları dışarıda ve Almanları aşağıda tutmak” için kurulan savaş aygıtı NATO’ya 1955’te üye olmasını sağlamış ve kısa zamanda “Avrupa Çatısının” öncü gücü hâline gelmişti. Kendisinden üç yıl önce üye olan Türkiye’nin NATO’daki hamiliğini de üstlenen Alman emperyalizmi, bir yandan meşum “Alman-Türk-Silah kardeşliğini” yeniden kurarken, diğer yandan da FAC’nin Soğuk Savaşın cephe ülkesi olması nedeniyle Batı Alman sendika hareketine sosyal devlet tavizleri vermek zorunda kalmıştı. Ama bu tavizler aynı zamanda sendikal hareketin ve bağlı olduğu Alman sosyal demokrasisinin kooptasyon yoluyla sisteme entegre edilmesini de sağladılar. Böylelikle “Ren Kapitalizmi” olarak da adlandırılan FAC emperyalist cephenin “örnek ülkesi” hâline geldi.
Ekonomik gücü hızla artan FAC kurulduğu ilk günden itibaren emperyalist güçlerin tetikledikleri Soğuk Savaşın en önemli lojistik merkezi oldu. ABD’nin desteğiyle kısa sürede yeniden güçlenen Alman askeri-sınai kompleksi ve ülkedeki nükleer füzeleri de içeren NATO ve ABD üsleriyle emperyalizmin ileri karakolu olmasına rağmen, emperyalist cephenin iç çelişkilerini ustaca kullanan Alman tekelci burjuvazisi Avrupa’nın belirleyici gücü hâline geldi. 1989/1990 karşı devrimine dek Soğuk Savaşın ve dünyanın muhtelif coğrafyalarındaki vekalet savaşlarının kundakçılığını üstlendi, ekonomik ve mali gücünü kullanarak etki alanını genişletti. Bu süre zarfında da hem Türkiye egemenleri ile olan iş birliğini derinleştirdi hem de Türkiye’yi jeostratejik çıkarları için köprü konumuna getirdi.
1989/1990 karşı devrimi sonrasında dizginlerinden kurtulan Alman tekelci burjuvazisi kadim hedefine ulaşmak için stratejilerini değiştirdi. Önce Ren Kapitalizminin sosyal devleti erozyona uğratılarak neoliberal politikalar etkin kılındı ve hemen peşinden AB’nin militaristleşme sürecine hız kazandırıldı. Fransa ile kurulan iş birliği sayesinde AB’nin müdahale savaşları yetisine sahip askeri güç olma adımları atıldı. 1999’daki Yugoslavya Savaşıyla da yurt dışına asker gönderme tabusu yıkıldı, müdahale savaşlarına ve işgallere doğrudan katılımın önü açıldı. Kürdistan’daki kirli savaşa siyasi, mali ve askeri destekte bulunan, 2000’de “Lizbon Stratejisini” dikte ederek AB’nin militaristleşme yolunu açan, ABD’nin Irak işgalini dolaylı olarak, Afganistan işgalini ise doğrudan destekleyen, NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesinin öncülüğünü yapan Alman emperyalizmi böylelikle savaş kundakçılığına devam etti.
Transatlantikçiler ile değişen strateji
Alman tekelci burjuvazisi içinde her zaman iki grup, AB çatısı altında ABD’ne rağmen büyümeyi öngören Avrupacı ve ABD’nin yanında yer alarak dünya gücü olmayı hedefleyen Transatlantikçi sermaye fraksiyonları etkin olmuştur. 2000’li yıllardan itibaren üstünlük Avrupacı fraksiyonlardaydı. Örneğin onlar sayesinde 2002’de NATO-Rusya-Konseyi kurulmuş ve Rusya Federasyonu ile ekonomik iş birliği ve siyasi yakınlaşma stratejisi kabul görmüştü. Ancak gerek ABD’nin Pasifik yönelimi ve bu çerçevede Rusya ile Çin’i kuşatma politikaları, gerekse de Transatlantikçilerin önce Gürcistan’da sonra da Ukrayna’daki “renkli devrimleri” desteklemeleri, Avrupacı fraksiyonların bu stratejisini sabote etti. Nitekim Federal Hükümetteki Transatlantikçilerin 2014’te Ukrayna’da gerçekleştirilen faşist darbeye doğrudan destek çıkmaları, Rusya ile olan gerginliğin artmasına neden oldu.
2021’e dek iktidarda kalan Merkel Hükümeti gerek NATO içinde gerek Avrupa’da gerekse de Rusya ve Çin ile olan ilişkilerde belirli bir denge politikasını izlemekteydi. Merkel aynı şekilde Avrupacılar ve Transatlantikçiler arasında da belirli bir dengeyi sağlayabilmiş, yurt dışı operasyonları ve silah ihracatı ile kundakçılığa devam ederek Almanya askeri-sınai kompleksinin desteğine sahip olabilmişti. FAC her ne kadar ABD’nin Hint-Pasifik-Bölgesine öncelik vermesi sonucunda Akdeniz, Ortadoğu ve Afrika’da etkin görevler üstlenmiş ve Trump’ın “Önce Amerika” politikası Avrupacı fraksiyonlara mevzi kazandırmış olsa da enerji taşıyıcıları ve hammadde tedarikinde ortaya çıkan sorunlar, nakliyat yolları üzerindeki hakimiyet ihtilafları, Rusya doğal gazına olan bağımlılık ve Çin’in güvenlik politikaları ABD’nin kuşatma stratejisiyle birleşerek, Transatlantikçilerin pozisyon kazanmalarını sağladı.
Nitekim 2021 seçimlerinden sonra iktidara gelen Scholz hükümetiyle Almanya’daki siyasi üstünlüğün büyük ölçüde Transatlantikçilerin eline geçtiği söylenebilir. NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesinin ve Ukrayna’yı üye yaparak, nükleer silahlar yerleştirmeyi planlamasını gerekçe gösteren Rusya’nın Ukrayna’ya karşı düzenlediği güncel askerî harekât ise Alman emperyalizminin strateji değişikliğinin gerekçesi oldu.
Gerekçe Ukrayna, ama neden başka
Şansölye Scholz 27 Şubat 2022’de yaptığı hükümet açıklamasında Ukrayna’daki gelişmeleri gerekçe göstererek silahlanma konusunda bir dönüm noktasını ilân etti. Scholz silahlanma için 100 milyar Euro’luk bir “Özel Fon” hazırladıklarını, bunu anayasaya yerleştireceklerini ve NATO kararları ışığında silahlanma bütçesini GSMH’nin yüzde ikisine çıkartacaklarını açıklayınca, hükümet partilerinin, muhalefetteki muhafazakârların ve burjuva basınının desteğini aldı. Muhafazakârlar, hükümet partilerinin kendi kurullarında bile tartışılmadan karar altına alınan anayasa değişikliğini ve bütçe artırımını önkoşulsuz destekleyeceklerini açıkladılar. Seçimden önce silahsızlanma hamleleri yapacakları ve silahlı dronları reddedecekleri vaatlerini veren SPD ve Yeşiller tek bir hamleyle ülkenin siyaset ve medya elitlerini, dolayısıyla kamuoyunun küçümsenemeyecek bir kesimini militarist-yayılmacı siyasetin arkasına dizebildiler. Nitekim Rusya Federasyonu’nun savunma bütçesinin üç kat fazlasına sahip olan FAC hâlihazırda dünyanın silahlanmaya en fazla bütçe ayıran üçüncü ülkesi konumuna gelmek üzere.
Bu adımlarla Ukrayna savaşının durdurulamayacağını söyleyen barış hareketi ve radikal sol kesimlerin itirazları NATO medyasının sansürüne takılsa da Scholz hükümetinin dönüm noktası ilânının arka planı hakkında önemli ipuçları veriyor. Bir kere silahlanma bütçesinin GSMH’nin yüzde ikisine yükseltilmesi yeni bir konu değil. Bu bir NATO kararı ve toplumsal itirazlar nedeniyle uygulamaya sokulamamıştı. Ukrayna konusunda yaratılan toplumsal algı, NATO medyasının demagojik yayınları ve reformist solun barış politikaları konusunda son derece ikircikli davranışı bu karara karşı toplumsal direncin örgütlenmesini engelledi.
İkincisi, 100 milyarlık özel silahlanma fonu da önceden kararlaştırılan, ancak Pandemi sürecinde ayyuka çıkan sosyal ve ekonomik sorunların kamuoyu dikkatinde olması nedeniyle açıkça dile getirilemeyen bir adımdır. Sosyal politikalar, sağlık, eğitim, konut ve istihdam gibi alanlar için ayrılan bütçelerden fazla olan silahlanma bütçesi, barış hareketinden yükselen itirazlar göz ardı edilerek, hem de anayasaya yerleştirilmiş neoliberal “Borçlanma Frenine” rağmen kabul edildi. Sosyal politika alanlarında etkisini kısa süre içinde gösterecek olan bu adımı, Transatlantikçilerin, dolayısıyla da Alman askeri-sınai kompleksinin zaferi olarak nitelendirebiliriz.
Ancak bu gelişme gerek Alman tekelci burjuvazisi içinde gerekse de emperyalist güçler arasında kaynayan çelişkilerin aşıldığı anlamına gelmemektedir. Çünkü Şansölye Scholz tüm militarist tavırlarına rağmen hâlâ Ukrayna’ya ağır silahlar verilmesini onaylamış değil. Scholz ağır silahlarla, Rusya ordusunun askeri üstünlüğü karşısında “savaşı kazanması” olanaklı görülmeyen Ukrayna ordusunun sadece savaşı daha uzun süre devam ettirebileceğini ve Rusya Federasyonu’nun bunu “düşmanca” bir tavır olarak göreceğini biliyor. Bu nedenle hem ağır silahların verilmesini engellemeye çalışıyor, hem de “nükleer savaşı engelleme” söylemi ile Rusya’ya belirli bir garanti vermeye çalışıyor.
Scholz’un, hükümet ortakları Yeşiller ve FDP tarafından sert bir şekilde eleştirilen bu ikircikli tavrı aynı zamanda Avrupa’yı kendi likit gazına bağımlı kılmak, savaşın sürmesini sağlayarak Rusya’yı yıpratmak ve zayıflayan dünya hegemonu konumunu yeniden güçlendirmek isteyen ABD’nin stratejik hedefleriyle çelişiyor. Alman ekonomisinin Rus doğal gazına olan aşırı bağımlılığı, ki bu kısa sürede değişmeyecek bir olgudur ve sınırlı olsa bile Avrupa’ya en büyük zararı verecek bir nükleer savaş tehdidi Scholz’un, dolayısıyla temsil ettiği sermaye fraksiyonlarının çekimser davranmasına ve ABD ile olan çelişkilerin artmasına neden oluyor. Tüm bunlara rağmen Alman emperyalizmi derinleştirilen antikomünist propaganda ve kaşınan Rus fobisi ile yurt içinde, silah ihracatı ve saldırgan-yayılmacı dış politika ile yurt dışında kundakçılığa devam etmektedir.
Ya Kürdistan politikaları?
Rusya’nın Ukrayna saldırısını “haydutluk”, Türkiye’nin Güney Kürdistan’a saldırısı ise “öz savunma hakkı” olarak nitelendiren Almanya’nın Kürdistan politikasını tek cümle ile açıklayabiliriz: Türkiye’nin politikası neyse, Almanya’nınki de aynısıdır! Aslına bakılırsa Alman emperyalizmi, kimi naif gözlemcinin söylediği gibi, “iki yüzlü” davranmıyor. Aksine, nasıl Efrin ve Kobanê’de AKP-Saray-Rejiminin yanında yer alıp askeri, mali ve siyasi destek sağladıysa, şimdi de aynı şekilde davranmaktadır. Kaldı ki Ankara başta Almanya olmak üzere, NATO’dan ve Barzani kliğinden yeşil ışık almadan böylesi bir girişimde bulunmazdı.
Her kim ki Almanya’nın Kürtlerin yanında yer alacağını sanıyorsa, fena halde yanılmaktadır. Almanya savaşın tarafıdır. Almanya’daki Kürt kurumları Alman hükümetlerince kriminalize edilmekte, savaşta Alman silah teknolojisi kullanılmakta ve Almanya’nın stratejik çıkarları Türkiye’nin saldırılarını desteklemeyi gerektirmektedir.Alman emperyalizmi kundakçıdır. Kürdistan’daki yangının baş sorumlularındandır. Bu gerçek bir kez daha teyit edilmiştir.