»Ateşle oynama, elin yanar!«
ABD emperyalizminin Rusya politikaları ve AB’nin ikilemi üzerine
Avrupa’daki emperyalist güçler Trump sonrasında güçlü müttefikleri ABD ile olan ilişkilerinde düzelme olacağını ve güvenilir (!) adımlar atılacağını umuyorlardı. Özellikle Avrupa Birliği’nin öncü gücü Alman emperyalizmi Biden yönetiminin Alman sermayesinin Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti konularındaki hassasiyetlerini dikkate alacağını ve ortak çıkarlara önem vereceğini hesaplıyordu. Ancak çok kısa bir süre içerisinde bu umut ve beklentiler suya düştü. Biden yönetimi Trump’ın »America first« politikasını aynen, ama daha yumuşak söylemle devam ettireceğini kanıtladı. Dahası siyasi temsilcilik nezdinde Transatlantikçiler güç kazanarak, Almanya ve dolayısıyla AB’nin karşı karşıya kaldığı ikilemin çözümünü zorlaştırdılar.
Transatlantikçi sermaye fraksiyonlarının en önemli siyasi temsilcileri hâline gelen Alman Yeşiller partisinin bu yıl yapılacak Federal Parlamento Seçimlerinden sonra yeni Federal Hükümetin (büyük veya küçük) ortağı olmasının kesinleşmesi, Almanya’nın dış politikasında Rusya düşmanı söylemlerin ağırlık kazanmasına neden oluyor. Zaten böylece SPD’li Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın Rusya karşıtı kampanyası, Yeşillerin üst düzey temsilcilerinin açık desteği ve baskısıyla hız kazanmış oldu. Yeşillerin Şansölye adayı Annalena Baerbock’un »AB Rusya’ya karşı sert yaptırımlar uygulamalıdır« açıklamasından sonra, partinin Eş Başkanı Robert Habeck mayıs sonunda gerçekleştirdiği Ukrayna ziyaretinde, »Batılı ülkeler Ukrayna’ya acilen silah yardımı yapmalı ve Ukrayna’yı en kısa sürede NATO’ye üye olarak kabul etmelidir diyerek, yakılan ateşe körükle yaklaşmaktan çekinmediğini gösterdi. Yeşiller nasıl NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik saldırı savaşına öncülük ettilerse, şimdi de Rusya’ya yönelik savaş tehditlerine önderlik etmeye çalışmaktadırlar.
Çelişen çıkarlar ve Rusya
Başta Almanya olmak üzere, Avrupalı emperyalist devletler içerisinde saldırgan bir Rusya düşmanlığının ağırlık kazanması, ABD ile AB çıkarlarının her zaman örtüşmediğini bilen Rusya Federasyonu tarafınca uzun bir süre belirli bir »anlayışla« karşılanmaktaydı. Rusya Federasyonu kendilerine yönelik saldırganlığın asıl sorumlusunun ABD emperyalizmi olduğundan ve Almanya ile AB’nin bağımsız davranamadıklarından hareket ederek, AB ile diyaloğun sürdürülmesinden yanaydı. Ancak diplomatik girişimlerinin Batılı ülkeler tarafından yanıtsız bırakılması, ekonomik yaptırımların uygulanması ve Ukrayna ile Suriye’de olduğu gibi jeopolitik ataklarda bulunulması, Rusya Federasyonu’nun da sert ve belirgin reaksiyon göstermesine neden oldu. Hatta Dışişleri Bakanı Sergei Lawrow, »Rusya, Avrupa Birliği ile olan iletişimini belirli bir süre için dondurmaya hazır« olduğunu söyleyerek, Batılı ülkelerin yaptırımlarına karşı yaptırımlarla yanıt vereceğine dikkat çekmişti.
Aslına bakılırsa uzun vadede Avrupa açısından Rusya Federasyonu ile barış içinde yan yana yaşamaktan başka gerçekçi bir alternatif yok. ABD açısından ise bu öncelikli bir opsiyon değil. Tam tersine, ABD emperyalizminin hâlâ yürürlükte olan ve dış politikasını belirleyen »Rusya’yı NATO üyesi ülkelerle kuşatma stratejisi«, Avrupa ile Rusya Federasyonu arasındaki gerilimlerin artarak sürmesini gerekli kılıyor. ABD’nin bu stratejisinin bir diğer hedefinin de Almanya ile Rusya Federasyonu’nun yakınlaşmalarının engellenmesi olduğu gerek Berlin’de gerekse de Moskova’da iyi biliniyor.
Moskova, her ne kadar Almanya ve AB’nin Suriye ve Ukrayna’daki jeopolitik girişimlerinin kendi politikalarına karşı olduğunu görse de gene diplomatik ilişkilerin karşılıklı çıkarların dikkate alınarak devam ettirilmesi gerektiğini savunuyor. Buna karşın, özellikle Almanya’nın ABD tarafında ivmesi artırılan baskılara giderek daha az dayanabildiğini de görüyor. Rusya ile ilişkilerin bozulmaması taraftarı olan Avrupacı sermaye fraksiyonları siyaseten zemin kaybederken, toplumsal desteklerini artıran Transatlantikçi Yeşiller partisi ABD emperyalizminin açık savunucusu rolünü kabul ederek, sonunda somut askeri çatışma tehlikesini içeren tandansları körüklemeye devam ediyor. Görüldüğü kadarıyla hükümet ortağı olabilmek için, bırakın partinin kuruluş sürecindeki pasifist ilkeleri, emperyalist yayılmacılığa sahip çıkarak her türlü barışçıl değeri çöpe atan Yeşiller, emperyalist burjuvazinin birinci sözcüsü olmaya hazırlanıyorlar. Ve tekelci burjuvazinin temsilcilerinin burjuva basınına verdikleri demeçlerden de Yeşillerin bu rolü yeterince oynayabileceklerine inanıldığı görülmekte.
Gelişmelerin Türkiye dış politikasına etkisi
Hâlihazırda Almanya’nın dış politikasında Rusya karşıtı söylemin güçlenmesi, aynı zamanda Almanya’nın hamisi olduğu AKP-Saray-Rejiminin de dış politikasını belirliyor olacaktır. Gerçi Rusya gerek Libya’da gerekse de Suriye’de Türkiye ile belirli bir eşgüdüm içerisinde hareket etmektedir, ancak iç ve dış politikada açık bir şekilde sırtı duvarda olan AKP-Saray-Rejiminin NATO çizgisine geri dönmesinden de rahatsızlık duymaktadır.
Aslına bakılırsa Rusya Federasyonu’nun genel olarak Türkiye ile olan ilişkilerinin muğlak bir rota izlediği söylenebilir. Bunu özellikle Karabağ ihtilafında gözlemlemek mümkündü. Türkiye ihtilafa Azerbaycan’ın yanında katılarak, Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın dediği gibi »uluslararası arenada özne olma« hedefinin altını çizmişti. Üstünkörü bir bakışla Türkiye’nin bu müdahalesinin Rusya’nın aleyhine olduğu söylenebilir. Ancak Rusya açısından, Putin yönetimi her ne kadar Kafkasya’nın »istikrarsızlaşmasını« bir tehlike olarak görse de asıl önemli olan Ermenistan’daki »Batı yanlısı« olarak tanımlanan Paşinyan hükümetinin zayıflatılmasıydı. O açıdan AKP-Saray-Rejiminin Azerbaycan-Ermenistan çatışmasına müdahil olması, Rusya Federasyonu tarafından 2018’den sonra tekrar Kafkasya’da etki alanı kazanılmasına yardımcı bir faktör olarak kabul gördü. AB’nde Türkiye’den Kafkasya bağlamında »zorlu ve tehlikeli partner« olarak bahsedilmesi doğrudan bununla bağlantılıdır.
Rusya Federasyonu için Türkiye’nin önemi büyük. Bu biliniyor. Salt Suriye ve Libya’daki eşgüdüm açısından değil, bilhassa Rus filosunun Akdeniz’e geçişini sağlayan Boğazlar açısından. »Montrö Boğazlar Sözleşmesinin« kritik bir dönemde tartışmaya açılmasını işte bu gerçekler ışığında değerlendirmek gerekir.
Manivela olarak Ukrayna
Türkiye’nin Rusya karşıtı pozisyona çekilmesi için Ukrayna’nın uzun zamandır manivela görevi gördüğü NATO çevrelerinde de açık olarak ifade ediliyor. Ancak Ukrayna AKP-Saray-Rejimi için de büyük önem taşımakta – özellikle Türkiye’nin askeri-sınai kompleksinin geliştirilmesi açısından. Erdoğan’ın eski danışmanlarından ve bugün Federal Alman Hükümetine ait »Politika ve Bilim Vakfında« (SWP) görev yapan Suat Kınıklıoğlu’nun doğru tespit ettiği gibi, »Ukrayna silah sanayi Türkiye’nin iştahını açıyor«. Türkiye ve Ukrayna, Erdoğan’ın »aile şirketi« olan Bayraktar İHA ve SİHA’ları konusunda sıkı iş birliği içerisinde. Örneğin ortak üretilecek olan büyük bir SİHA’nın motorunu Ukrayna üretecek ve geri kalanı Türkiye’de tamamlanacak. Ayrıca Türkiye’nin yabancı lisansla üretmek istediği »Altay« saldırı tankının motorunun ortaklaşa üretilmesi üzerine görüşmeler devam etmekte. Ukrayna Türkiye’den dört savaş gemisi (Korvet) satın alırken, Türkiye de Ukrayna’dan hava savunma sistemleri almaya hazırlanıyor. Böylelikle iki ülke Avrupa ve Rusya’ya olan bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyorlar.
Türkiye ve Ukrayna’nın Karadeniz’in militaristleştirilmesi ve NATO güçlerine açılması konusunda da benzer yaklaşımları var. O nedenle Avrupalı emperyalistler ile ABD Türkiye’yi Rusya karşıtı pozisyona çekmek için özellikle Ukrayna kartını oynuyorlar. AKP-Saray-Rejimi buna yatkınlık gösteriyor olsa da – ki bu şekilde (aynı Polonya ile olan ilişkilerinde olduğu gibi) Biden yönetimiyle olan ilişkilerinde yumuşamayı hedeflemektedir – ancak Rusya karşıtı pozisyona geçmenin getireceği tehlikelerin de iyi farkında. Çünkü Moskova’nın sadece Suriye’de atacağı tek adımla Türkiye’nin bölgedeki çarklarını hareketsiz bırakabileceğini biliyor. Bu yüzden yalpalıyor ve her tarafa yaranmaya çalışıyor. Özcesi, Türk dış politikası ne NATO içindeki stratejik partnerleri ne de tekil iş birliğinde olduğu Rusya Federasyonu ve İran gibi ülkeler açısından güven sağlayamıyor.
Tehlikenin yeni boyutları
Tüm bu gelişmelerin yanı sıra geçenlerde »Newsweek« dergisinde çıkan bir haber, Rusya karşıtlığının yarattığı tehlikenin yeni boyutlarına ışık tutuyor. Derginin, TASS Haber Ajansı tarafından da teyit edilen, ama nedense (veya bilinen nedenlerden dolayı) Avrupa burjuva medyasında pek dikkate alınmayan haberine göre, ABD yeni tür bir »Gladio örgütü« oluşturmaya çalışıyor. ABD Kongresi’nin kontrolü altında olmayan ve – şimdilik – 60 bin özel tim personelinden oluşan bir gizli ordu hâlihazırda dünya çapında gizli operasyonlara katılıyor. »Newsweek« yıllık bütçesi 1 milyar doları aşan bu gizli ordunun şimdiden CIA’nin dünya çapında gizli operasyonlarda kullandığı personel sayısını katladığını bildiriyor. Özellikle haber alma ve siber uzay alanlarında uzmanlaşan ve faaliyetlerini genişleten örgüt, oluşturduğu 130’dan fazla özel güvenlik şirketi sayesinde Pentagon’un ABD Kongresi’nden herhangi bir izin almadan ve dolayısıyla kamuoyundan gizli sayısız operasyon gerçekleştirmesine olanak sağlıyor. Henüz diğer NATO üyesi ülkelerde de benzer yapılanmaların olup olmadığı konusunda herhangi bir bilgi basına sızmış değil. Ancak gerek Gladio tarihi gerekse de Türkiye’de hâlâ faal olan Kontrgerilla pratiğine bakarak, önümüzdeki yıllarda »Extralegal« faaliyetlerin dünya çapında artacağını varsayabiliriz. Muhtemelen Türkiye bu faaliyetlerin merkezi operasyon alanlarından birisi olacaktır.
Öyle ya da böyle; ABD emperyalizminin uzun vadeli stratejik yönelimi, içerisinde Avrupa’nın ve Türkiye’nin de bulunduğu geniş bir coğrafyayı yangın yerine çevirmeye aday görünüyor. 1989/1990 karşı devriminden bu yana mütemadiyen devam eden sürece baktığımızda, Noam Chomsky’nin »olası bir nükleer savaşın ocağının« Avrupa-Rusya sınırında olduğu tespitinin ne denli haklı olduğunu görebiliriz.
Sonuç yerine
Tarihsel gelişmeler bize savaş tehlikesinin asıl sorumlularının emperyalist cephede yer alan güçlerin olduğunu, kanıtlarıyla beraber göstermektedir. Savaş örgütü NATO özellikle 1990’lı yılların sonundan itibaren gerilimleri yaratan ve derinleştiren ateşi sürekli olarak körüklemiştir. 1999 yılında AB’nin açık Rusya düşmanı üye devletleri olan Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’yı üyeliğe kabul eden NATO, Rusya Federasyonu’nun tüm uyarılarına rağmen 2004 Mart’ında Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’yı NATO üyeliğine alarak ordu birliklerini tehdit unsuru olarak AB – Rusya sınırına konuşlandırmıştı. Ardından, 2008’de George W. Bush »Ukrayna’nın NATO üyesi yapılması, ABD’nin çıkarınadır« açıklamasını yaparak, Rusya’yı kuşatma stratejisinin bir sonraki adımına işaret etmişti. Ve her yıl tekrarlanan »NATO Defender Europe« askeri tatbikatlarıyla Rusya Federasyonu »hedef ülke« hâline getirildi.
Nihâyetinde tüm bu adımlar Rusya Federasyonu’nun reaksiyon göstermesini ve karşıt stratejiler geliştirmesini tetikledi. 2008 Ağustos’unda Gürcistan’ın başlattığı Kafkasya Savaşında belirleyici rol oynayan ve NATO girişimlerini geri püskürten Rusya Federasyonu, Rusya ile siyasi, kültürel ve iktisadi açıdan sıkı bir bağlantıda olan Ukrayna’nın NATO’ya üye edilmesini başarıyla engelledi. Ukrayna NATO üyesi yapılsaydı, Rusya donanmasının kendi Hinterlandındaki hareket alanı tamamen sınırlandırılacaktı. 2014’te de beklenen oldu ve Kırım halk oylamasıyla Rusya Federasyonu’nun parçası hâline geldi. Bu, NATO’nun Rusya Federasyonu’nu da içeren Avrupai bir güvenlik mimarisi yerine, birliklerini Rusya sınırına konuşlandırmasının beklenen ve anlaşılır bir sonucu olarak görülmelidir.
Putin yönetimi bunun ötesinde Doğu Ukrayna’daki Halk Cumhuriyetlerinin Ukrayna’da ayrılmasını destekleyip, askeri güçlerini sefer etmesi sonucunda Ukrayna’nın NATO üyeliğini olanaksız kıldı. Rusya Federasyonu’nun bu adımları BM Şartı ve uluslararası hukuk temel alındığında elbette tartışılabilir adımlardır, ancak bu tartışmayı en son yapabilecek olanlar on yıllardır BM Şartını ayaklar altına alarak dünya çapında çatışmaları, müdahale ve vekalet savaşlarını körükleyen, geniş coğrafyaları istikrarsızlaştıran Batılı emperyalist güçlerdir.
Sonuç itibariyle Rusya Federasyonu elindeki nükleer cephanesi, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin tedarikine muhtaç olduğu doğal gaz kaynakları ve Kafkasya-Balkanlar-Ortadoğu üçgenindeki etki alanlarıyla kolay yutulur bir lokma olmadığını kanıtlamıştır. Putin yönetimi Batıya ve açık bir şekilde AKP-Saray-Rejimine »ateşle oynama, elin yanar« mesajını vermiştir. Transatlantikçilerin baskın olacağı bir Federal Hükümet yönetimindeki Alman emperyalizminin ve onun güdümünde, ama bir türlü »Birlik« olma yeteneğini gösteremeyen Avrupa Birliği’nin bu mesajı nasıl okuduklarını ve mesaja hangi yanıtı vereceklerini yakında göreceğiz. Bu yanıtın, Rusya Federasyonu ile karşılıklı bağımlılıklar ve ABD emperyalizminin şantajvari baskıları nedeniyle kolay ifade edilemeyeceğini şimdiden öngörebiliriz. Sırtı duvarda olan ve mafya devletine dönüşmüş AKP-Saray-Rejiminin durumunun ise çok daha vahim olduğunu söylemek dahi gereksizdir.