»Beyaz İşkence«
Bu köşe yazısı 16 Ocak 2019 tarihli Yeni Yaşam gazetesinde yayımlanmıştır.
Kapsamlı bilimsel araştırmaların konusu olan tecrit ya da izolasyon hapsi, ki literatürde »Beyaz İşkence biçimi« olarak da yer alıyor, sadece bir cezalandırma biçimi değildir. Tecrit, kamuoyunda ele alınış şekli ve gösterilen tepki biçimleriyle de, söz konusu olan ülkedeki toplumsal yozlaşmanın ve entelektüel sefaletin derecesi hakkında da bilgi vermektedir. Varlığı aynı zamanda »demokratik hukuk devleti« tanımının içi boş bir safsata olduğunu kanıtlayan tecrit, tecrit uygulanan kişinin »suçundan« bağımsız herkesi ilgilendirmektedir.
Önce tecridin ne olduğuna değinerek söylemek istediklerimizi açıklamaya çalışalım: Bir kere tecrit BM İnsan Hakları Beyannamesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’na aykırı olan bir işkence türüdür. Çünkü hükümlü tutulduğu cezaevinde veya benzeri kurumda uygulanan sosyal izolasyon ve duyusal yoksunluk metotlarıyla her türlü insani gereksinimden mahrum bırakılmakta ve neticesinde özgün insani vital maddeleri yavaşça yok edilmektedir.
Yapılan bilimsel araştırmalar, tecridin ağır baş ağrılarına, baş dönmesine, kronik nezle ve bronşite, bedensel ve ruhsal rahatsızlıklara yol açtığını kanıtlamaktadır. Duyusal yoksunluk, insan bedeninin çevre koşullarına gösterdiği reaksiyonları regüle eden vejetatif sinir sistemime kalıcı hasarlar vermektedir. Sistematik tecrit ağır işkencedir, bizzat devlet tarafından uygulanan bir intikam biçimidir.
Aslına bakılırsa modern anlamında tecrit 1970li yıllarda Almanya’da RAF tutsaklarına karşı uygulanmaya başlamıştı. Dünya ihracat şampiyonu olan Almanya, tecrit uygulamasını da »başarılı« bir ihracat ürünü hâline getirmişti. 1980li yıllarda Şili, İspanya ve Türkiye’den gelen memurlar, tecrit uygulamasını kendi ülkelerine nasıl uyarlayacaklarını öğrenmişlerdi. İsviçre’deki İspanya Başkonsolosu 1990 yılında bir mülakatta, »Hapiste dahi ehlileştirilemeyen devlet düşmanlarına verilecek yegane yanıt, onları birbirlerinden ayırmaktır. Bu konuda başarılı deneyimleri olan Almanya, bize örnek olmaktadır« diyordu.
Almanya’da uygulanan tecrit, RAF’in geniş toplumsal desteği olmamasına rağmen, burjuva toplumunun tepkisini çekmiş, aydınlar ve sanatçılar tecride karşı açık pozisyon almışlardı. Stammheim bugün Alman hukuk sisteminin bir utanç abidesi olarak anılmaktadır.
Peki, RAF bir halk hareketi olsaydı ve liderleri milyonlarca insanın iradesi sayılsaydı, ne olurdu? Almanya’da bu sorunun yanıtı verecek tek bir savcı bulamazsınız, çünkü sonuçlarını düşünmek bile istemezler. Pekala, Türkiye gibi bir ülkede sürüp giden tecrit uygulamasının sonuçlarının ne olacağını yanıtlayabilir miyiz? Türkiye dışından baktığımızda sonuçlarının ne denli vahim olabileceğini görenlerin, bedenlerini ölüme yatıran Leyla Güven ve diğer tutsaklar olduğunu görüyoruz.
Leyla Güven ve diğer tutsaklar ne istiyor? Kendileri için bir ayrıcalık veya daha iyi muamele mi? Hayır, sadece PKK lideri Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan tecridin kaldırılmasını talep ediyorlar. Peki, bu talep neden herkesi ilgilendiriyor? Çünkü tecrit varsa, barış olmaz. Barış olmayınca, demokrasi olmaz. Demokrasi olmayınca…
»Bir insan ömrünü neye vermeli / Para mı, onur mu taş dikenli yol / Ağacın köküne inmek mi yoksa…« demiş ozan. Bir ülkede ömrünü onurlu bir işe adayan tek bir insan varsa, o zaman umut da kaybolmamış demektir. Çünkü o insan o ülkenin onurudur. Leyla Güven’e sahip çıkın. Bunun için Kürt olmanıza, komünist, devrimci veya solcu olmanıza gerek yok, insan olmanız yeterlidir. İnsan onurunu kaybederse, geriye ne kalır ki? Siz, siz olun, onurunuza sahip çıkın, henüz vakit varken…