Eskalasyon sarmalı
Savaş aygıtı NATO’nun genişleme ve çatışma politikasına dair
Geride bıraktığımız otuz yılı aşkın süreç emperyalizmin derinleşen kapitalist krizlere giderek artan saldırganlıkla – hem ülkelerin içinde hem de dünya çapında – yanıt verdiğini gösterdi. Ama aynı şekilde bugün tek kutuplu emperyalist-kapitalist dünya düzeninin de zayıflamakta olduğuna tanık olmaktayız. Çok kutuplu bir dünya düzeninin oluşmakta olması, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin emperyalist egemenlik yapılarının boyunduruğundan kurtulmaya çalışmaları ve kalıcılaşan çoklu kriz ortamlarının çözümsüzlüğünün egemen sınıflar arasında yarattığı baygınlık, emperyalist saldırganlığı daha da körüklemektedir.
Bu bağlamda özellikle Batıdaki karar verici mekanizmalarda ilginç bir gerçeklik algısı söz konusudur: Emperyalist güçlerin üstünlüğünün maddi temelini oluşturan ekonomik, askeri ve politik güç potansiyellerinin zayıflaması sürerken, Batılı ülkeler, siyasetçileri, emperyalist burjuvazisi ve medyasıyla dünyanın geri kalanına 1989/1990 karşı devriminin sağladığı bir kibir ile yaklaşmaktadırlar. Günümüz dünyasının gerçekleri ile uyumsuz olan bu gerçeklik algısı emperyalist güçlerin karar verme mekanizmalarında tek kutuplu dünya hegemonyasının hâlâ sürmekte olduğu inancını hâkim kılmaktadır. Emperyalist saldırganlığın artmasının nedenlerinden birisi de bu inançtır.
Gene de emperyalist güçlerin zayıflamakta olan üstünlüklerinin farkında olmadıklarını söylemek yanlış olacaktır. Özellikle ABD emperyalizmi Batının üstünlüğünün zayıflayan maddi temelini, “değerlere dayanan dış politika” argümanıyla “uygarlaştırıcı hegemonya” oluşturarak telafi etmeye çalışmaktadır. Biden’in geçenlerde Filipinler, Kolombiya veya Tonga gibi ülkelerin katıldığı “Demokrasi Konferansı” bu çabanın yakın bir örneğidir. Bu “uygarlaştırıcı hegemonyanın” (veya “medeniyet kuruculuğunun”) temel görevi, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni izole ederek hegemonik güçler olmalarını engelleyecek biçimde Batılı sayılmayan çok sayıda ülkeyi kendi cephesine çekmektir. Batılı sayılmayan ülkelere yönelik bu tür “değerlere dayanan dış politikanın” bir diğer görevi de küresel egemenlik savaşının “vatan cephesi” olarak emperyalist ülkelerdeki nüfusun rızasını almaktır.
İhtilaf körükleyici adımlar
Önceki yazılarımızda da açarak belirttiğimiz baygınlık hâli ve inanca dönüşmüş tuhaf gerçeklik algısı aynı zamanda emperyalist hegemonyanın maddi temelini, bilhassa askeri alanı güçlendirme niyetini artırmaktadır. Emperyalist güçlerin bu niyetinin en önemli göstergesi, NATO üyesi ülkelerin savunma (!) bütçelerini yurt içi GSMH’nin yüzde ikisine yükseltme kararıdır – ki hâlihazırda NATO üyelerinin toplam savunma bütçeleri Rusya Federasyonu’nunkinin 16 katına ulaşmış durumdadır. Artan sayıda askeri tatbikatlar ve Rus tarafının bunlara kendi tatbikatlarıyla yanıt vermesi, ticari-siyasi yaptırımlar, medya üzerinden yürütülen propaganda savaşları ve NATO’nun diğer ülkelerin, özellikle Rusya Federasyonu’nun meşru güvenlik çıkarlarını “saldırgan tehdidi” olarak nitelendirmesi, ihtilaf körükleyen adımların başında gelmektedir.
Ancak kanımızca ihtilaf körükleyici en önemli adım NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesi ve bu bağlamda NATO üyesi olmayan Ukrayna’da ve Karadeniz’de askeri tatbikatlar gerçekleştirmesidir. NATO Doğu Avrupa’ya genişlemesini, Doğu Avrupa’daki ülkelerin bu yöndeki istemleri ile gerekçelendirmektedir. Elbette bu, Paris Şartına dayandırılan doğru bir argüman, ama gerçek resmin de sadece bir kısmını doğrulayan bir argümandır. Diğer bir doğru, NATO’nun bu ülkelerin kamuoylarını etkilemek için sürdürdüğü girişimler, Ukrayna’da olduğu gibi “renkli” darbelerin ve faşist güçlerin desteklenmesi, Belarus, Moldovya ve eski Yugoslavya ülkelerinde Batı yanlısı siyasi aktörlerin teşvik edilmesi veya Doğu Avrupa ülkelerindeki kabine toplantılarına ABD büyükelçilerinin bizzat katılarak, alınan kararları doğrudan belirlemeleridir.
NATO, Doğu Avrupa’ya genişlemeyi “Avrupa’nın istikrarı ve güvenliği için zorunlu bir adım” olarak gerekçelendirmektedir. Halbuki her türlü istikrarı ve güvenliği tehlikeye sokan bizzat savaş aygıtı NATO’dur. NATO hibrid savaş teknikleri, düşmanlaştırıcı ajitasyonu, askeri tatbikatları ve ördüğü görünen-görülmeyen duvarlarla Avrupa’da güvencesizliği ve savaş tehlikesini artırmaktadır. Çünkü güvencesizlik ve savaş tehlikesi NATO’nun yaşam iksiri, varoluş gerekçesidir. Bunlar olmasa günümüz dünyasının gerçeklerinin yarattığı merkez kaç kuvvetleri NATO’nun etki alanını darmaduman edecektir.
Aslına bakılırsa Avrupa’da ve dolayısıyla dünya çapında istikrar ve güvenliği kapitalizm koşulları altında dahi bir nebze olsun korumak mümkündür. Bunun için yapılması gereken önce NATO’nun bir daha kurulmamak üzere lağvedilmesi ve ardından içerisinde Rusya Federasyonu ve eski Sovyet cumhuriyetlerinin de yer alacağı bir kolektif karşılıklı güvenlik sisteminin kurulmasıdır. Böylesi bir sistem, BM Şartı’na ve uluslararası hukuka uymayı zorunlu kılacağından, karşılıklı güvenliği koruyabilir. Ancak bu emperyalist-kapitalist dünya düzeninin doğasına aykırıdır ve yakın gelecek için pek olanaklı görülmemektedir.
Peki, Rusya ne istiyor?
NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesi, sınırında farklı boyutlarda askeri tatbikatlar gerçekleştirmesi ve Rusya sınırına NATO birliklerinin yığılması karşısında tehdit altına sokulduğu görüşünde olan Putin yönetimi gerginliği azaltmak için farklı girişimlerde bulunuyor. Bu girişimlerden en önemlisi Putin’in NATO’dan istediği “güvenlik garantisidir”. Aslına bakılırsa Putin yönetimi NATO’nun varlığını hiçbir şekilde sorgulamıyor, ama kendisine karşı tehdit olarak gördüğü adımları durdurmasını istiyor. Telgraf stilinde toparlayacak olursak, Putin yönetiminin istemlerini kısaca şöyle sıralayabiliriz:
NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesinin durdurulması; Rusya Federasyonu’na komşu NATO üyesi olan ve olmayan ülkelere Rus topraklarını hedef alan silah sistemlerinin yerleştirilmemesi; Eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerine NATO birliklerinin konuşlandırılmaması; NATO-Rusya Federasyonu sınırındaki askeri tatbikatların durdurulması; Baltık Denizi ve Karadeniz’de olası sürtüşmeleri engellemek için iki tarafın deniz ve hava kuvvetleri arasında yakınlaşma koordinasyonunun sağlanması; NATO-Rusya Federasyonu Diyaloğunun yenilenmesi ve kısa ve orta menzilli nükleer silahların konuşlandırılmasına dair bir moratoryumun imzalanması.
Rus tarafının BM Şartına ve uluslararası hukuka öncelik veren ve karşılıklı iş birliğini gerekli gören bu talepleri bilindiği gibi ne ABD ne de NATO ve AB tarafından dikkate alınmamaktadır. Aksine bu talepler “Rusya NATO’nun içişlerine karışamaz” veya “Putin Batıyı bölmek istiyor” gibi gerekçelerle reddediliyor. Dahası talepler “ Rus saldırganlığı” resmini oluşturan argümanlara dönüştürülüyor.
Alman emperyalizminin rolü
Almanya’da kısa süre önce işbaşına gelen Scholz hükümeti, emperyalist güçlerin Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik stratejilerinde önemli rol üstlenmeye aday gibi görünüyor. Hükümet partilerinin imzaladığı ve bir militarist küresel strateji anlamına gelen Koalisyon Sözleşmesi, ki bu sözleşmeyi geçen sayıda etraflıca irdelemiştik, Alman emperyalizminin nasıl bir rol üstlenmek istediğine işaret ediyor. Burada özellikle Transatlantikçi saldırganlığın bayraktarlığını yapan Yeşiller partisinin meşum görevlere hazırlandığını söyleyebiliriz. Çünkü yumuşak karnı enerji ve hammadde tedariki olan Almanya ekonomisinin güncel durumu, Scholz hükümetini Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti ile olan ilişkiler konusunda üstesinden gelinmesi zor görünen bir ikilem ile karşı karşıya bırakıyor.
Bu ikilemi şöyle açıklayabiliriz: Scholz hükümeti, sermayenin yeni siyasi temsilciği olarak Alman emperyalizmini AB çatısı altında belirleyici “küresel oyuncu” seviyesine yükseltebilmek ve iktisadi, ticari, siyasi ve stratejik sermaye çıkarlarını askeri gücüyle koruyabilecek düzeye getirmek için saldırgan ve yayılmacı militarizme geniş toplumsal rıza üretmek zorunda. Bunun içinse sorgulanmayan bir düşman resmine gereksinimi var. Emperyalist boyunduruk altına girmeyi reddeden ve kendi çıkarlarını kollamaya çalışan Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti ideal birer düşman resmi oluşturmaya adaydırlar. Belarus-Polonya ihtilafı, Ukrayna krizi, Nord Stream 2 doğal gaz boru hattı, “renkli” rejim değişikliği çabaları, Kırım ve Tayvan sorunları, Uygurlara yönelik politikalar ve Hong Kong gibi mevzuular bu resmin oluşturulması için yeterince cephane vermektedirler.
Ancak diğer taraftan bu iki büyük ülke Alman emperyalizmi için enerji ve hammadde tedariki, iktisadi ve ticari ilişkiler açısından yaşamsal stratejik öneme sahiptirler. Şansölye Scholz hem bundan dolayı hem de Alman ekonomisinin olası gerginlik artışından en fazla etkilenecek taraf olması nedeniyle ikircikli davranıyor, Merkel hükümetinin dengeleri gözeten politikalarını sürdürme yatkınlığı gösteriyor.
İşte tam bu noktada Yeşillere düşen görevin önemini görebiliriz: Scholz’un ikircikli tavırlarından ve dış politikada “son söz” hakkını elinde tutmak istemesinden rahatsız olan ABD, Scholz hükümetini Yeşil kanadından baskı altına alıyor. Son gelişmelere bakarak Yeşillerin eski eş başkanı ve şimdiki Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un, Rusya ve Çin karşıtı söylemleri ve “nükleer katılım isterük” lafazanlığı ile bu iş için biçilmiş kaftan olarak görüldüğünü söyleyebiliriz.
Kısa süre önce ABD’li meslektaşı Antony Blinken’i ziyaret eden Baerbock, Washington’da yaptığı konuşmada Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı saldırgan bir politika izlenmesi gerektiğini vurgulayarak, Biden yönetimi ile aynı dili konuştuğunu bir kez daha kanıtladı. Gerek Baerbock gerekse de Blinken ortaklaşa düzenledikleri basın toplantısında aynı aymazlıkta gerçekleri ters yüz ederek, “Rus saldırganlığı” masalını tekrarlayıp, Pekin’e “haddini bildiririz” tehditlerini savurdular.
Baerbock’un söylediklerinin Scholz hükümetinin resmi pozisyonu olacağını söylemek için henüz erken. Kaldı ki AB’nin, ABD ve Rusya Federasyonu arasında Cenevre’de yürütülen Ukrayna görüşmelerinin kedi masasına oturtulmasından ve “Normandiya formatının” boşa düşürülmesinden Brüksel de Berlin kadar rahatsız. Yedi yıllık “Normandiya formatının” başarısız kalması nihâyetinde Avrupa’nın sadece NATO bağlamında yanında olmasına izin veren ABD’nin işini kolaylaştırıyor. Bu nedenle Berlin baskısını Brüksel üzerinden kurmaya çalışıyor.
Ankara’nın müdahil olma isteği
Almanya’daki burjuva basını AB’nin ikincil pozisyona düşürülmesini “Putin’in başarısı” olarak değerlendirirken, yorumlarda Türkiye’nin rolüne de dikkat çekiliyor. Gerek Berlin gerekse de Brüksel yıl başında Putin ile telefon görüşmesi yapan Erdoğan’ın “iki ülkenin ortaklığını yoğunlaştırmak istiyoruz” açıklamasını belirli bir kaygıyla izliyor. NATO üyesi Türkiye’nin Ukrayna krizine “arabulucu” olarak müdahil olmak istemesi, “ABD’nin AB’ni zayıflatan bir diğer adımı” olarak değerlendiriliyor.
Sahiden de Ankara’nın ikili oynadığı söylenebilir. Bir taraftan Rusya Federasyonu ile “iyi ilişkiler” isteyen Ankara, diğer taraftan Ukrayna ile NATO’nun işine gelen bir silahlanma iş birliğini sürdürüyor. Bununla birlikte AB yerine NATO’ya öncelik verdiğini gösteriyor. Örneğin Çavuşoğlu, “Bazı ülkeler AB’ni NATO’nun alternatifiymiş gibi gösteriyorlar. Bu yapıcı ve gerçekçi değildir. Temel ilkemiz Transatlantik güvenliğin bölünmezliğidir” açıklamasını yaparak, Ankara’nın ağırlığını “NATO 2030” stratejik konseptinin güçlendirilmesine verdiğini söylüyor.
Ancak bu ikili oyunun faşist MHP destekli AKP-Saray-Rejimine getirisi olacağını söylemek zor. Çünkü NATO’nun Ukrayna konusundaki gerginliği artırma kararını alması, Türkiye’yi çok çabuk Rusya Federasyonu ile karşı karşıya getirebilir. Bu ise basit bir telefon görüşmesiyle çözülemeyecek sorunlara yol açar. Ama Putin yönetimi şu an için Türkiye’nin Ukrayna ile yürüttüğü silahlanma projelerini ve askeri iş birliğini büyük bir sorun olarak değerlendirmiyor. Çünkü Moskova’nın asıl engellemek istediği, Ukrayna’nın NATO’ya üye edilmesi. O açıdan Türkiye-Ukrayna askeri iş birliğinin, Ukrayna’nın NATO’ya üyeliğini hedeflemediği müddetçe, Moskova’nın itirazıyla karşılaşmayacağı söylenebilir. Neticede kendi müttefikleriyle arası limoni olan NATO üyesi Türkiye ile ilişkilerin sürdürülmesi Putin yönetiminin işine gelmektedir.
Sonuç itibariyle, sadece Doğa Avrupa’da değil, dünya çapında hızlanan bir eskalasyon sarmalı ile karşı karşıyayız. İlân edilmemiş olan emperyalist Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşının nükleer felakete yol açabilecek bir sıcak savaşa dönüşme tehlikesi giderek artmaktadır. Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısal sorunları, çoklu kaos ortamına dönüşen çoklu krizler, emperyalist ülkeler arası çelişkilerin keskinleşmesi, Batı’nın zayıflamakta olan hegemonyasını çeper bölgelerdeki çatışmaları ve ihtilafları körükleyerek koruma çabaları ve nihâyetinde savaş aygıtı NATO’nun genişleme ve çatışma politikaları, insanlığın ezici çoğunluğunun aleyhine olan bu gelişmenin tetikleyicisidirler. Bu bağlamda ezici çoğunluğun lehine mücadele etmesi gereken karşıt güçlerin zayıflığı da tehlikeyi artıran bir diğer temel neden olarak karşımızda durmaktadır.