Franko-Alman kader ortaklığı
21 Şubat 2021
Geçen haftaki yazımızda Alman emperyalizminin ABD-ÇHC ihtilafından doğan ikili baskıyı hafifletmek için Fransa ile birlikte ikili strateji izlenmesini önerdiğini belirtmiştik. Aslına bakılırsa bu yeni bir öneri değil ve sadece ABD-ÇHC ihtilafının sonuçlarını kapsamıyor. Asıl kapsamı uzun zamandır devam eden, ama bilhassa Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinden sonra derinleştirilen ve Biden yönetiminin iş başına gelmesiyle güncelleştirilen Avrupa’nın stratejik otonomi veya Fransızların deyimiyle stratejik hükümdarlık konsepti tartışmalarıdır.
Gerek Almanya gerekse de Fransa – farklı tanımlıyor olsalar da – konseptin temel hedefleri ve amaçları konusunda hem fikirler. İki emperyalist gücün stratejik otonomi konseptinden esas itibariyle anladıklarını şöyle özetleyebiliriz: Avrupa’nın dış ve güvenlik politikalarındaki önceliklerini bağımsız bir şekilde belirleme yetisini elde etme; alınan kararları gerektiğinde tek başına, gerektiğinde de AB üyesi olmayan güçlerle iş birliğinde uygulatmak içim, güçlü kurumsal, siyasi, askeri ve maddi koşulları yaratma ve herhangi bir dış gücün zorlamasından bağımsız uluslararası politika için kurallar koymayı, bunları geliştirmeyi ve askeri zorla uygulatmayı sağlayacak güce sahip olmak. Kısacası dünyayı Avrupa’nın (siz bunu Almanya ve Fransa olarak okuyun) emperyalist tekellerinin çıkarlarına göre şekillendirme gücünü elde etmek.
Stratejik otonominin taşıyıcı yapısı olarak öngörülen AB zaten Alman emperyalizmi için oldum olası yaşamsal öneme sahiptir. Almanya tek başına elde edemeyeceği bu otonomiye ancak AB çatısı altına ulaşabilir. AB’nin Ortak Savunma ve Güvenlik Politikasını şekillendirmede ise Fransa’nın partnerliğine bağımlı. Fransa ise AB kurulduğundan bu yana Avrupa’nın silah üretimi ve savaş yetileri konusunda ABD’nden bağımsızlaşması gerektiğini hep savuna geldi. O açıdan stratejik otonomi hayallerini Alman ve Fransız emperyalizmlerinin kader ortaklığı olarak nitelendirmek mümkündür.
Ancak temel sorun ve engeller tam olarak bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bir kere AB üyesi ülkelerin 200 milyar Dolar civarındaki toplam savunma bütçesi ABD’nin bütçesinin (730 milyar Dolar) yarısı dahi değil. AB’nin uzun bir süre içerisinde ABD’ni yakalaması da pek olanaklı görünmüyor.
Bunun yanı sıra stratejik otonomi hayalleri önünde duran diğer bir önemli engel de AB içinde ve dışında zorunlu olan siyasi meşruiyet yoksunluğudur. AB ulus devletler üstü bir yapı olması nedeniyle siyasi meşruiyeti elde etmesi olanaklı değil. Kaldı ki, başta Doğu Avrupa’dakiler olmak üzere, diğer AB üyesi ülkelerin Almanya ve Fransa’nın mutlak boyunduruğu altına girmeyi reddettikleri biliniyor. Zaten Alman ve Fransız hükümetleri bu nedenle AB üyesi ülkelere AB’nin dış ve güvenlik politikası alanlarındaki kararların oy birliği ile değil, basit çoğunlukla alınmasını ve AB sınırları dışındaki savaşlara katılımın gönüllülük esasına göre sağlanmasını dayatıyorlar.
Gerçi AB’nin Lizbon Sözleşmesi ve bu bağlamda alınan karar ve yönergeler ortak savunma politikasını olanaklı kılıyor, ancak pratikte merkezi rol oynayan yapı NATO ve dolayısıyla da ABD emperyalizmidir. Özcesi Avrupa’nın stratejik otonomisinin kaderi ABD’nin gölgesinde kalmaya mahkûm. Ama bu gerçek de Alman ve Fransız emperyalizmlerinin saldırganlıklarının ve militarist baskılarının azalacağı anlamına gelmiyor. Aksine, saldırganlık ve yayılmacılıklarının daha da artacağını öngörebiliriz. Nihayetinde emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yasallıkları bunu gerektiriyor.