Meşruiyet krizi ve sonuçları
Almanya örneğinde emperyalist güçlerin egemen bloklarındaki çelişkiler üzerine
Burjuva medyası, marksist ekonomistlerin uzun zamandır dikkat çektikleri ve derinleştiğini söyledikleri sermaye birikim krizini teyit ediyor, alarm zillerini çalıyor. Birikim krizi, özellikle hâlâ devam etmekte olan 2007 krizi, sadece eşik ülkelerini değil, emperyalist ülkeleri de cenderede tutmaktadır. Emperyalist-kapitalist dünya düzeni süreğen bir yapısal birikim fazlası krizinin yükleri altında debelenirken, emperyalizmin merkez ülkelerindeki iktidar yapıları meşruiyet krizi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Emperyalist merkezlerde burjuva demokratik kurumlarının işliyor olması, parlamenter sistemin çok partili yapısı ve hâlen periyodik seçimlerin yapılması, meşruiyet krizini hafifletmiyor, aksine seçmeni siyasî karar alma merkezlerinin oluşmasından giderek uzaklaştırdığını göstermesi nedeniyle daha derinleştiriyor. Bu durum hem merkezî kapitalist devletlerin egemen bloğu içerisinde, hem de emperyalist güçler arasında çıkar çatışmalarını ve çelişkileri körüklüyor.
1989-1990 karşı devriminden sonra reformist solun, aynı zamanda devrim ve sosyalizme olan inancını yitirmiş oportünizmin büyük katkılarıyla yaygınlaşan »kapitalizmin yenilmezlik« efsanesi ve »küreselleşme ile refah yaygınlaşacak« masalı, artık tüm inandırıcılıklarını yitirmek üzereler. Yoksulluk, perspektifsizlik, adaletsizlik ve güvencesizlik salt »küresel Güney’in« sorunu olmaktan çıkmış ve görece refah coğrafyalarının da gündelik yaşamının korkulu rüyası hâline gelmiştir. Burjuva toplumları, dünyanın en zengin ülkelerinde olsalar ve dünya çağındaki karşılaştırmada yüksek gelir elde etseler de, korku toplumlarına dönüşmüş durumdalar ve burjuva demokratik devrimlerinin evrenselleşmiş tüm değer ve kazanımlarını ardı ardına korkularına kurban ediyorlar.
Diğer tarafta ise, yaratılan zenginliklerin müthiş bir hızla küçük bir kesimin elinde yoğunlaşmasına tanık olmaktayız. Bu yoğunlaşma tüm krizlere, derinleşen çoklu kriz ortamına ve ekonomik durgunluğa rağmen hız kazanıyor. Dört temel araç buna yol açmaktadır: Birincisi, sosyal devlet erozyonuyla aynı anda kamu bütçelerinin özel sermaye birikimine peşkeş çekilmesidir. İkincisi, satın alma gücünün görece yüksek seviyede kalmasını ve tüketimin artırılmasını garanti altına almak amacıyla tüketim kredileri faizinin düşük tutulmasıdır. Üçüncüsü, malî piyasalarda dizginsiz spekülasyonun önünün açılması ve dördüncüsü, daha fazla militaristleştirme politikalarıyla silah ve askerî araç-gereç sektöründeki birikimin teşvik edilmesidir.
Ancak tam da bu yoğunlaşma burjuva toplumlarındaki güvencesizlik hislerini, yoksulluğa itilme kaygılarını ve nihâyetinde hükümet ve parlamentolara yönelik hiddetin artmasına, iktidar yapılarının, bilhassa geleneksel muhafazakâr, liberal, sosyal demokrat ve yeşil siyasî formasyonların sorgulanmasına yol açmaktadır. Yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, sosyal devlet giderlerinin kısıtlanması, özelleştirmeler ve düzensizleştirmelerle yerel yönetimlerin karar alma mekanizmalarının kırılması ve her alanda adaletsizliğin yaygınlaşması, farklı toplumsal katman ve sınıflar arasında neoliberal politikalara yönelik öfkeyi artırıyor. Sermaye birikim krizinin diğer yüzü olan sefaletin birikimi herkes için görünür oluyor. Reformist solun çözümsüzlüğü, emek örgütlerinin bürokratik aparatlarının teslimiyetçi hantallığı, alternatifsizlik görüntüsü, gerek burjuva toplumunun bütününde, gerekse de zaten bölünmüş olan emekçi sınıflar arasında büyüyen öfkenin, kapitalist sömürü koşullarını güçlendirmekten ve direniş potansiyellerini boşa çıkartmaktan başka işlevi olmayan ırkçı-faşist partilere oy tabanı olarak kanalize edilmesine yol açıyor. Egemen bloktaki çıkar çatışmalarının doğrudan yansıdığı burjuva medyasının haber politikaları, toplumdaki güvencesizlik ve korku hislerini körükleyerek iktidar yapılarının meşruiyetini sorgulayan sürecin ivme kazanmasına neden oluyor.
Almanya siyasetinde kardeş kavgası mı?
Merkezî kapitalist devletlerin hemen hepsinde benzer biçimlerde görülen bu süreci Almanya özelinde irdeleyelim.
Almanya’daki egemen blok içerisinde Federal Parlamento seçimlerinden bu yana ciddiyeti her gün artan çelişkiler yaşanıyor. İktidarın büyük ortağı olan Hıristiyan Birlik Partilerinde devam eden »kardeş kavgası« çeşitli zorluklarla ve uzun bir uğraştan sonra kurulabilmiş olan Federal Hükümette büyük sarsıntılara yol açıyor. İnsafsızca »mülteci krizi« olarak adlandırılan insanlık dramı üzerine yürütülen bu kavga, egemen bloğu oluşturan farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çıkar çatışmasının bir yansımasıdır – kavga her ne kadar Şansölye Merkel (CDU) ile Federal İçişleri Bakanı Seehofer (CSU) arasında sürüyormuş gibi görünüyor olsa da!
Aslına bakılırsa iki tarafın arasında pek büyük bir fark yok: »Mülteci akınını durdurmak« ikisinin de ilân ettiği hedef. Seehofer ve temsil ettiği damar, mültecilerin ülkeye girmelerini »ulusal sınırları güçlendirerek ve gerektiğinde AB’ne rağmen« biçiminde dile getirilen milliyetçi-şoven bir politikayla engellemek istiyor. Avrupa’daki diğer milliyetçi, sağ popülist ve ırkçı-faşist partilerle aynı noktaya gelen Seehofer ve partisi CSU »kendi çıkarlarımızı kendimiz savunmalıyız« vurgusu yapıyor. Merkel ise, »sorunun AB içinde ortak karar ve tavır ile çözülebileceğini« savunuyor. Merkel’in en önemli gerekçesi, »Almanya’nın dünya siyasetinde elde ettiği öncü konumu, dünya çapındaki gelişmelere ve meydan okumalara AB çatısı altında yanıt geliştirmemizi zorunlu kılıyor« açıklamasıdır.
Bu iki uzlaşmaz pozisyon, ihracatı temel alan tekelci burjuvazi ile önceliği yurt içi pazar olan küçük ve orta ölçekli işletmelere sahip olan sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmanın tercümesidir. Almanya’da bulunan yaklaşık 6.000 KOBİ, toplam katma değerin yaklaşık yarısını yaratmaktadırlar. KOBİ’lere sahip olan sermaye fraksiyonları, »mülteci sorununun« AB kurumlarınca ve AB üyesi ülkelerin ortak kararıyla çözülmesinin, ancak Almanya’nın iktisat ve Euro politikalarında diğer ülkelere büyük tavizler vermesiyle olanaklı olacağını ve bu tavizlerin kendi çıkarlarını zedeleyeceğini iddia ediyorlar, ki haklılar da. Bu nedenle Seehofer’in çıkışlarını destekliyor ve giderek daha milliyetçi, daha ırkçı ve faşizan konuma kayıyorlar.
Büyük sermaye grupları ise çok açık bir biçimde Merkel’e destek çıkıyorlar. Merkel-Seehofer tartışmasının kızgınlaştığı bir anda, 2018 Temmuz’unda Alman Sanayi Federal Birliği (BDI), Federal İşverenler Birliği (BDA), Alman Sanayi ve Ticaret Odası (DIHK) ve Alman Zanaatkârlar Merkezî Birliği (ZDH) ortaklaşa yaptıkları bir açıklamada, Seehofer’i sert bir dille eleştirdiler ve »Alman iktisatının çıkarına uygun bir yapıya kavuşmuş olan Euro Bölgesinin egoist çıkışlarla zedelenmemesi gerektiğini« vurguladılar. Kendi açılarından haklılar, çünkü Alman emperyalizminin patronajını üstlendiği Avrupa Birliği, tüm kurumları ve yapılarıyla Almanya’nın »ekonomik başarılarına« hizmet etmektedir. Son 20 yıl içerisinde Alman tekellerinin kırdığı tüm ihracat rekorlarının temelinde, Almanya tekelci burjuvazisine emsalsiz bir yapısal avantaj sağlayan AB durmaktadır. Almanya’nın en önemli sermaye fraksiyonları böylelikle Seehofer ve temsil ettiği damarın milliyetçi-şoven egoizminin bu avantajı tehlikeye sokmasına izin vermeyeceklerini göstermiş oldular.
Sırıtan çelişkiler
Merkel-Seehofer tartışmasıyla gün yüzüne çıkan bu ihtilaf konstellasyonu aslında yeni bir olgu değil. Egemen bloktaki bu çelişkiler uzun zamandır Alman »ekonomik mucizesinin« pırıltıları arasından sırıtmaktaydı. Benzer bir çıkar çatışması Yunanistan krizinin patlak vermesinde görünür olmuştu: Yunanistan’ın borçlarının yeniden yapılandırılması söz konusu olduğunda, KOBİ’lere sahip olan sermaye fraksiyonları ile bunların siyasî temsilcileri, Yunanistan’ın »Euro Bölgesinden ve gerekirse AB’nden çıkartılmasını« savunurlarken, büyük sermaye gruplarının temsil edildiği kurumlar ve siyasetçiler, Euro Bölgesinin krizdeki AB üyesi ülkelere tasarruf politikaları dayatılarak, »Almanya’nın çıkarlarına« uygun biçimde yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunuyordular. Nitekim bu çıkar çatışmasının galibi ihracat politikalarını belirleyen büyük tekeller olmuştu.
Ancak o günlerdeki çıkar çatışmaları ve çelişkiler, KOBİ’lere sahip olan sermaye fraksiyonlarını temsil eden kimi siyasetçinin CDU ve CSU’dan ayrılarak, ırkçı-faşist AfD partisinin kuruluş sürecine katılmalarına yol açtı. Benzer bir durum, ayrışma olmamasına rağmen, sosyal demokratlar arasında da baş göstermişti. Eski Berlin Maliye Bakanı Thilo Sarrazin’in başını çektiği bir SPD’li grup, »göçmen ve mültecilerin, bilhassa Müslüman olanların, kültürel eksiklikleri nedeniyle Alman toplumuna entegre olamadıklarını ve bu nedenle, AB’ne rağmen Almanya’nın daha sert tedbirler uygulaması gerektiğini« savunuyorlardı. SPD içerisinden çıkan bu sesler, sonuç itibariyle korumacı ekonomik politikalar isteyen sermaye fraksiyonlarının temsilcilerinin sesleriydi. Böylelikle bu sermaye fraksiyonları, orta katmanların refah şovenizmini teşvik ederek ve bunları sokağa da çıkartarak, burjuva partileri üzerinde milliyetçi-şoven bir baskı uyguladılar. Nihâyetinde böyle oluşturulan toplumsal iklim, diğer Avrupa ülkelerinde olağanlaşan bir durumu, geleneksel merkez burjuva partilerinin sağında duran ırkçı-faşist formasyonların parlamenter başarılarının, Almanya’nın da siyaset sahnesinde »olağan olgu« hâline gelmesine neden oldu. O açıdan tekil çıkarlarını milliyetçi-şoven talepler çerçevesinde ifade eden sermaye fraksiyonlarının bugün Federal Parlamento’da üçüncü büyük grup hâline gelen ırkçı-faşist AfD’nin kurucu iradesi oldukları rahatlıkla söylenebilir. Bu sermaye fraksiyonlarını temsil eden »Aile Şirketleri Vakfı« isimli kurumun, henüz AfD kurulmadan önce bazı refah şovenisti sağcı ekonomi profesörlerin Euro karşıtı konferanslarına ve AfD’nin kurulu sürecine politik ve maddî destek çıkması ve hâlen çıkıyor olması, bunu kanıtlamaktadır.
Çelişki ve çıkar çatışmalarının sadece iki homojen grubu yok elbette: karşıt kutupların içerisinde de benzeri çelişkiler yaşanmaktadır. Örneğin Almanya’nın çıkarlarının AB çatısı altında savunulmasından yana olan büyük sermaye grupları arasında bilhassa uluslararası siyaset alanında önemli çelişkiler yaşanıyor. En bariz örneğini Rusya Federasyonu’na yönelik olan politikalarda görmekteyiz: Her ne kadar Almanya’nın emperyalist-kapitalist dünya düzeninin belirleyici aktörü hâline gelmesi hedefinde ortaklaşan sermaye grupları olsalar da, Rusya söz konusu olduğunda »Transatlantikçi« ve »Avrupacı« sermaye fraksiyonları arasında önemli farklılıklar ortaya çıkmaktadır. ABD ile ortak hareket edilmesinin savunan »Transatlantikçi« grup, bilhassa askerî-sınaî kompleks temsilcileri, finans tekelleri ve »güvenlik politikalarının« bileşeni hâline gelmiş olan enformasyon teknolojisi tekelleri Rusya’ya karşı kuşatmacı ve agresif politikaların uygulanmasını talep ederlerken, Doğu Avrupa ve Rusya pazarlarına açılmış, Rusya’nın etki alanındaki coğrafyalara ihracat yapan »Avrupacılar«, bilhassa enerji tekelleri, ABD’nden bağımsız ve Rusya ile işbirliğine dayalı bir politikanın gerçekleştirilmesini talep ediyorlar. Örneğin eski Şansölye, SPD’li Gerhard Schröder bu ekibi temsil etmektedir.
Alternatif tasavvurlar ifade edilmeyince…
Egemen blok içerisinde çelişkilerin böylesine ayyuka çıktığı dönemlerde, Merkel gibi farklı sermaye fraksiyonları arasında denge sağlayan siyasî aktörler de sorgulanır olmaktadır. Burjuva toplumu ve egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri için yaşamsal önem taşıyan dengenin (veya başka bir deyim ile istikrarın) bozulması, sosyal krizlerin çoğalması, geleceğe dair güvensizliğin artması ve geleneksel siyasî partilerin genel anlamda benzeşir olmaları, kurulu iktidar yapılarına olan güvenin hızla yok olmasına yol açmaktadır. Merkez kapitalist ülkelerde, ama öncelikle Batı dünyasının lideri olan ABD’nde yabancı düşmanı, ırkçı ve refah şovenisti egoist söylemler kullanan »önderlerin« seçim başarıları elde etmeleri, karşılıklı olarak diğer ülkelerdeki burjuva toplumlarını da etkilemekte ve ırkçı-faşist partilerin seçimlerde oy patlaması yapmalarına neden olmaktadır.
Başta göçmen ve mülteciler olmak üzere, güvencesiz işlerde istihdam edilen kalifiyesiz iş gücü, kiralık işçiler, gündelik işlerde çalıştırılan emekçiler ve yeniden iş bulma ümidini yıllar öncesinde kaybetmiş olan milyonlarca işsiz, burjuva toplumunun her türlü haktan mahrum bırakılan »tortusu« hâline dönüştürülüyorlar. Ama salt bu da değil: içinde bulundukları perspektifsiz ve güvencesiz konumlarıyla işçi sınıfının ve her türlü ücretli emeğin ehlileştirilmesi, boyun eğmesi, mücadelelerle elde edilmiş haklarının ardı ardına ellerinden alınmasına ses çıkarmaması için masif bir baskı unsuru olarak kullanılıyorlar.
Aynı şekilde düşük ücret sektörünün genişlemesi (örneğin Almanya’da tam gün çalıştırılmaya rağmen sosyal yardım almak zorunda kalan kitle, 1 milyon sınırını aşmış durumda), ödenebilir konut kıtlığı, savaş ve krizler döngüsü, burjuva medyasının hemen her gün manşetlere taşıdığı »İslamî terör tehdidi« ve gerçekleşen terör saldırıları, dünyanın muhtelif bölgelerindeki çatışmalar, ekolojik felaketler ve yeni ekonomik kriz beklentileri, insanları »dünyanın çivisi çıktı« psikolojisine sokuyor. İktidar politikacılarının benzer korkuları popülist söylemle ifade etmeleri ve mültecilere, göçmen işçilere karşı ırkçı yaklaşımları körüklemeleri, ancak yıllardan beri bu »tehditleri« bertaraf etmekten aciz kalmaları, egemen siyasetin meşruiyet krizini derinleştiriyor. Refah şovenizminin ve ırkçı korkuların esaretinden kurtulamayan kitleler, öfkelerini hem göçmen ve mültecilere, hem de geleneksel siyasî partilere yönlendiriyorlar.
Egemen blok içerisindeki çelişki ve çıkar çatışmalarının, kapitalizme içkin krizlerden ve neoliberal dönüşümün yönetilemez hâle gelişinden kaynaklandığı bilinmesine ve farklı toplumsal sınıf ve katmanların hoşnutsuzluğunun artmasına rağmen, alternatif toplum ve ekonomi tasavvurlarının yeterince ifade edilememesi, kitlelerin burjuvazinin manipülasyonlarından sürekli ve daha fazla etkilenmelerine yol açıyor. Reformist Avrupa solu sadece kapitalizmin sivriliklerini törpülemekle yetindiğinden, koşullar elverişli olmasına rağmen, kitleleri arkasında toplamaktan aciz kalıyor.
Emperyalizm hâli hazırda kendi yurdunda tehdit edici bir karşı koyuşla karşı karşıya değil. Ama buna rağmen savaş ve militarizmi sadece dış politikanın değil, aynı zamanda iç politikanın da aracı hâline getirmeye çalışıyor, demokratik hak ve özgürlükleri »güvenlik« gerekçesiyle kısıtlıyor, parlamenter sistemin içini boşaltıyor ve askerî-polisiye baskı enstrümanlarını güçlendiriyor. Çünkü sermayenin ekonomi politiği ile işçi sınıfının ekonomi politiği arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın, günün birinde milliyetçi-şoven-ırkçı manipülasyonların dahi engelleyemeyeceği sosyal ihtilaflarla sınıf mücadelesini körükleyeceğini çok iyi biliyor. Henüz işçi sınıfı ve emekçi kitleler bu gerçeği bilinçlerine çıkaramamış olsalar da, asıl tehdidin işçi sınıfının sistem sorusunu sorduğu anda ortaya çıkacağı tüm sermaye fraksiyonlarının bilgisi dahilinde. Aslolan şimdi var olan toplumsal, ekonomik, ekolojik ve politik sorunlar için kapitalist bir »çözümün« olmayacağını, çözümün »Ya Sosyalizm, ya barbarlık!« sorusuna yanıt verilmesiyle bulunabileceğini bıkıp usanmadan dile getirmektir. Ve bunu komünistlerden başkası yapmayacaktır.
* * *