»Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmeden« olmaz!
»İlerici Enternasyonal« ve »Yeni sınıf politikası« tartışmaları üzerine
10 Haziran 2020
Almanya’daki reformist solun entelektüellerinden Mario Candeias, »Söz konusu olan, çelişkilerin dayanışmacı biçimde ele alınması, demokratik bir yaşam biçimiyle bağlantılı yeni sınıf politikasıdır. Ve bu, esaslı bir dönüşümün perspektifi olmaksızın olanaklı değildir« vurgusunu yaparak, sosyo-ekonomik, feminist, dışlayıcı olmayan, sosyo-ekolojik, anti ırkçı ve enternasyonalist bir sınıf politikasının geliştirilmesi gerektiğini zorunlu görüyor. Merkezi Berlin’de bulunan Rosa Luxemburg Vakfı’nın Toplum Analizi Enstitüsü müdürü olan Candeias ve arkadaşları »eski sınıf mücadelesine dönüş olmayacak« diyerek, perspektif değişimini içermesini istedikleri bir tartışma başlattılar.
Vakfın yayın organı olan »LuXemburg« dergisinin 2017’de »We the people. Defend Dignity« başlığı altında çıkan özel sayısında yayımlanan kısa makalelerle başlayan tartışma, Almanya’daki farklı sol ve sosyalist akımlar arasında lehte ve aleyhte pozisyonlarla devam ediyor. Her ne kadar tartışmanın tarafları sınıf sorununun »sol-marksist bir projenin merkezinde durduğunu« iddia etseler ve »yeni sınıf politikasını tasarlamak için kolektif çabalara ihtiyaç duyulduğunu« söyleseler de verili olan imtiyazlı alanlar Almanya solunun sadece bir kısmını içeriyor ve özellikle Marksist-Leninist dünya görüşü olanları dışlıyor. Nihâyetinde, Alman devletinin Federal Dışişleri, İçişleri ve Kalkınma ve İş Birliği Bakanlıklarından milyonlarca Euro’luk bütçeler alan »Mozaik Solu« (Hans-Jürgen Urban) tartışmaların şekillendirilmesinde belirleyici rol oynuyor.
Ancak bu gerçek, »yeni sınıf politikası« başlığı altında ileri sürülen analiz ve tanımlamaları eleştirel bir bakış açısıyla ele almanın anlamlı olmayacağı veya her şeyi saf sınıf kimliğine indirgeme yatkınlığı yüksek kimi Marksist-Leninist’in mutlak doğruların tapusunu ellerinde tuttuklarını iddia etme anlamına da gelmemektedir. Günümüzün meydan okumalarını kuramsal açıdan yeterince derin kavrayabilmek, ama aynı zamanda da sistem sorusunu toplumsal mücadelelerin gündemine yerleştirmeye yardımcı olacak pratik silahları elimize almak için her şeyi sorgulamak ve her şeyden şüphe duymak zorundayız. Neticede her fırsatta Descartes’ın »De omnibus dubitandum est«, yani her şeyden şüphe duyulmalı önermesini alıntılayan bizzat Marx değil miydi?
Salt »sınıf!« demek yeterli mi?
Almanya reformist solu içerisinde hararetlenen sınıf tartışmaları bir yanı ile Almanya toplumsal ve siyasî solunun içinde debelendiği çözümsüzlük bataklığından bir türlü kurtulamamasıyla bağlantılıdır. Diğer yanıyla 1989/1990 karşıdevriminden bu yana dünya çapında alınan yenilgilerle de ilintili olup, Alman solunun dışına taşarak farklı arayışlara yol açmıştır. 2020 Eylül’ünde kuruluşu tamamlanacağı ilân edilen »İlerici Enternasyonal« de bu bağlantıda ele alınmalıdır.
Kanımızca »yeni sınıf politikası« tartışmalarını ilginç kılan, çıkarsamaları değil, yapılan analizlerde doğruluk payı olan kimi kısımlardan öğrenebileceğimiz noktalardır – ki, bunu özünde liberal olan post-marksist görüşleri olumlamak anlamında belirtmiyoruz. O açıdan olası yanlış anlaşılmaları önlemek için, kapitalizmin verili koşulları altında demokratik, ekonomik ve sosyal mücadele alanlarında toplumsal ilerleme ve özgürleşmeye katkı sunacak reformları reddetmemekle birlikte, asıl köklü çözümün ancak kapitalizmin devrim yoluyla aşılması, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve planlı ekonomiye geçişin gerçekleştirilmesiyle sağlanacağına inandığımızı, altını kalın çizgilerle çizerek vurgulamalıyız. Ve bunun için proletarya diktatörlüğünün, yani en geniş anlamıyla demokratik bir düzenin kurulmasının zorunlu olduğuna!
İlk bakışta çelişkili gibi görünüyor olsa da Almanya reformist solunun »salt sınıf demek yeterli değildir« görüşüne katıldığımızı belirtmeliyiz – aynı motivasyonu taşımamakla birlikte. Eğer bugün reformist sol içinde, on yıllarca kimlik politikalarına öncelik verip, sınıf politikası ihmal edildiği için özeleştiri veriliyorsa, o zaman haklı olduklarını söylemeliyiz. Ancak bu tespiti yaparken aramızda önemli bir farkın bulunduğunu da vurgulamak zorundayız: Onlar Marx’ın Kapital’indeki analitik sınıf kavramını temel alıp, Marx ve Engels’in Komünist Partisi Manifestosu’nda »… Dolayısıyla burjuvazi en başta kendi mezar kazıcılarını üretir« diyerek öne çıkardıkları devrimci sınıf kavramını reddederken, biz komünistler her iki kavram arasında kopmaz bir diyalektik bağ olduğuna inanıyoruz.
Doğru, Marx ekonomi-politiğin eleştirisi olarak kaleme aldığı »Das Kapital«de kapitalist üretim tarzını analiz etmekte ve sınıf kavramını ikincil kategori olarak, analitik açıdan ele almaktadır. Ancak Marx aynı zamanda canlı emeğin artık değer üretme yeteneği ile kapitalist üretim tarzının kilit metaı olması nedeniyle, yaşamak için kendilerine ait olan tek metaı, işgüçlerini satmak zorunda olan işçi sınıfını kapitalist toplumu aşabilecek tek sınıf olarak görüyordu.
Reformist sol buna rağmen »yeni sınıf politikasından« bahsederken, günümüz işçi sınıfının »artık ortak sınıf çıkarı olmamasından dolayı« Marx’ın analitik sınıf kavramıyla yetinilmesi gerektiğini iddia ediyor. İddianın dayandığı temel kurgu, günümüz işçi sınıfının »bir zamanların ‘sınıf için sınıf’ından, sınıf içinde sınıflara dönüştüğü« savına dayanmaktadır. Bununla birlikte, zaten »eski sınıf mücadelesine dönüş olmayacağından« günümüzün toplumsal kimlik ve ihtilafları ile özgürleşme hareketlerine dayanarak, sınıf politikasının »ekolojik sınıf politikası«, »küir sınıf politikası« veya »feminist sınıf politikası« olarak şekillendirilmesi gerektiği savunulmaktadır.
Kimi dogmatik devrimcinin toplumsal kimlikler ve/veya milliyetler sorununun çözümünü »devrim sonrasına« ötelemesi ve aynı zamanda ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtı, iklim ve milliyet hakları taraftarı toplumsal hareketlerin gençleşmesi/kitleselleşmesi, sınıf politikasının farklı etiketlendirilmesini hem teşvik etmekte hem de sempatikleştirmektedir. Aynı etiketlendirme sosyalizm için de – örn. »özgürlükçü sosyalizm«, »demokratik sosyalizm« veya »ekolojik sosyalizm« gibi, kullanılmaktadır.
Bu noktada gene olası yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için: kapitalist toplumlardaki temel ve yan çelişkilerin başından beri birbirleri ile kopmaz bir bağlantıda olduklarına ve çözümleri için verilmesi gereken mücadelelerin bugün ve burada, aynı anda örülmesi zorunluluğuna inandığımızı vurgulamalıyız. Bizce kapitalist toplumun yarattığı her türlü çelişkinin – kapitalizm koşulları altında dahi – çözümü için verilen mücadeleler özünde antikapitalist karakterdedir. Ancak kapitalizmi aşmaya yarayan yegâne çözüm, temel çelişkinin devrimci çözümüdür. Devrimci çözümün öncülüğünü üstlenmesi gereken yegâne sınıf da işçi sınıfıdır.
»Sınıf içinde sınıflar« mı?
Son 30 yılın gelişmelerine baktığımızda, görüngüler reformist solu haklı çıkartıyor gibi. Bir önceki paragrafta altını çizdiklerimiz, bugüne dek işçi sınıfının birliğine, sınıf çıkarlarının aynılığına dair söylemler birer hüsnü kuruntudan ibarete benziyor. Çünkü, deniyor, işgücünü satanların arasındaki farklılıklara baktığımızda, işçi sınıfının çeşitli kesimlerini birbirlerinden ayıran merkezkaç kuvvetlerinin, birleştirici merkezcil kuvvetlerden daha etkin olduklarını görüyoruz.
Hani yanlış da değil bu. Almanya örneğini ele alırsak: imtiyazlı çekirdek kadroların, bırakın güvencesizlere, aynı işyerindeki farklı toplu iş sözleşmesi nedeniyle daha az imtiyaza sahip olanlara; istihdam edilenlerin işsizlere, otomotiv gibi aynı sektörde olan, ama farklı fabrikalarda çalıştırılanların birbirlerine rakip gözüyle baktıklarını, aynı sendikalara üye olmalarına rağmen sınıf dayanışmasından pek bahsedilemeyeceğini görebiliriz. Bu, uluslararası alanda daha da belirgindir: Örneğin Volkswagen tekelinin Almanya’daki işletmelerinden birisinde sendikalı çekirdek kadro olarak çalıştırılan kalifiye işçi, örneğin ÇHC’ndeki Volkswagen fabrikalarından birisinde istihdam edilmiş Çinli meslektaşını, potansiyel mücadele yoldaşı olarak değil, kendi işini tehdit eden rakip veya en fazla Volkswagen ürünlerinin sürdürülebilir biçimde satılmasına katkı sunan bir zorunluluk olarak görmektedir. Başka bir örnek vermek gerekirse: Opel fabrikalarının kapatılması söz konusu olduğunda Almanya’daki Opel çalışanları, bunların üye oldukları sendika yönetimleri ve işyeri işçi temsilcilikleri General Motors yönetimine »önce İngiltere’dekileri kapatın, biz size taviz vereceğiz« diyerek, »mevki milliyetçiliğinin« nasıl yaygınlaştığını göstermişlerdi. Gene de bu işe yaramadı. Verilen tüm tavizlere rağmen binlerce işçinin işine son verildi ve General Motors Almanya’da kalan birkaç Opel fabrikasını Fransız PSA tekeline sattı.
Bu örnekler, küreselleşme adı altında üretim zincirlerinin dünya çapında yayılması, teknolojik-bilimsel gelişme sonucu üretici güçlerin gelişimi, üretkenliğin artırılması, »Sanayi 4.0« ile birlikte yapay zekâ ve robotik etkileri, mali piyasaların dizginsizleştirilmesi ve 1970’lerden bu yana, özellikle 1989/1990 karşıdevriminin de etkisiyle hızla otoriterleşerek devam eden özelleştirme-düzensizleştirme-esnekleştirme politikaları, bir zamanlar canlı emeğin üretim süreçlerindeki belirgin rolü sayesinde taviz kopartabilen sendikal hareketin gücünü buharlaştıran sonuçlara yol açtı. Süreç, işçi sınıfı içerisinde çıkar farklılıkları görüngüsü yaratan bölünmeleri sağlayan ve ortak katmanları güvencesizleştiren, küçük burjuvaziyi »prekaryaya« dönüştüren bir ivme kazanarak devam etmektedir.
»Yeni sınıf politikası« savunucuları bu gerçeklerden hareketle geride bıraktığımız 30 yılın gelişmelerinden »ortak sınıf çıkarlarının kalmadığı« sonucunu çıkartmaktadırlar. Bu nedenle de »tüm ücretli çalışanların ortak sınıf çıkarı söyleminin gerekli olan yeniden toplumsal dayanışma sürecinin başlangıç noktası olamayacağını« iddia etmektedirler. Aslına bakılırsa böylelikle ve »işgücünün meta olmaktan çıkartılması, iktisat demokrasisi, bolluğun yeniden paylaşımı, eşitlikçi-ekolojik-demokratik toplum« gibi söylemlerle kapitalizmin onarılabileceği ve dönüşümlerle post-kapitalist düzene geçilebileceği iddiasının ideolojik altyapısı hazırlanmaktadır.
Sınıf çıkarı vurgusu antikapitalist mücadeleyi engelliyor mu?
İşçi sınıfı ve ortak sınıf çıkarı vurgusunu »nostaljik söylem« olarak nitelendiren reformist sol, »kurtuluşçu hedefin gerek kapitalist sistemin krizine gerekse de reel sosyalizmin iflasına yanıt veren bir içeriksel yeniden tanımlanmaya ihtiyacı« olduğunu vurgulayarak, sınıf çıkarı ve sınıf kimliğine vurgu yapmanın zorunlu antikapitalist mücadeleleri »engellediğini« iddia ediyor. »Kapitalist zenginlik biçimi olan« metaın eleştirisinin de konut, çalışma süreleri ve iklim sorunları gibi farklı toplumsal ihtilafları arasında »köprü görevi« göreceği ve bu alanlardaki mücadelelerin getireceği kazanımların »kapitalizm ötesi bir topluma ulaştıracak dönüşümlerle eşanlamlı olacakları« ileri sürülmektedir.
Benzer bir yaklaşımı »İlerici Enternasyonal« olarak adlandırılan girişimin açıklamalarında da görmek mümkün. »İşletmelerin demokratikleştirilmesi« (Viktor Agartz’ın »İktisat Demokrasisine« atıfla), »işgücünün bir meta olmaktan çıkartılması« ve »çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması« gibi şiarlarla (!) olası antikapitalist mücadele alanları sıralanmaktadır. »İlerici Enternasyonal« çağrısında bu mücadelelerin kazanılmasıyla elde edilecek olan »ilerici dünyayı« şöyle tanımlanmaktadır (Bkz. DiEM25.org sayfası):
»Demokratik, ki orada insanlar kurumlarını ve toplumlarını şekillendirme gücüne sahiptir. Sömürgelikten kurtulmuş, ki orada tüm uluslar müşterek kaderlerini baskıdan bağımsız olarak belirler. Adil, toplumlarımızdaki eşitsizliği ve tarihimizden gelen miraslarımızı onarır. Eşitlikçi, çoğunluğun çıkarlarına hizmet eder, asla azınlığın değil. Özgür bırakılmış, ki orada tüm kimlikler eşit haklara, tanınmaya ve yetkiye sahiptir. Dayanışmacı, ki orada birinin mücadelesi herkesin mücadelesidir. Sürdürülebilir, gezegene ait sınırlara saygı duyan ve ön saftaki toplulukları koruyan. Çevresel, insanları kendi yaşam alanlarıyla uyumlu hale getirir. Barışçıl, ki orada savaşın şiddeti halkların siyaseti tarafından değiştirilir. Post-kapitalist, iş kültünü ortadan kaldırırken emeği ödüllendirir. Müreffeh, yoksulluğu ortadan kaldıran ve paylaşılmış bolluğun geleceğine yatırım yapan. Çoğulcu, ki orada farklılık güç olarak kutlanır.«
Günümüzün emperyalist-kapitalist dünya düzeni gerçekliğine ve kapitalist gelişmenin farklı ülkelerde geldiği seviyeye gerek Almanya reformist solunun gerekse de »İlerici Enternasyonal« girişimcilerinin getirdikleri yanıtları ve çözüm önerilerini, her türlü reformun devrim sürecine hizmet edebileceği anlamında antikapitalist karakterdeki mücadele biçimleri olarak tanımlamak mümkündür. Ancak bu, antikapitalist karakter taşıyan herhangi bir mücadele biçimi otomatikman kapitalizmi aşma hedefini taşıyan devrimci mücadele olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, sıralanan tanımlamalara baktığımızda – birisi hariç – hepsinin kapitalizm koşulları altına gerçekleştirebilmelerinin olanaklı olduğunu görebiliriz.
Hariç tuttuğumuz »Post-kapitalist, iş kültünü ortadan kaldırırken emeği ödüllendirir« söylemi veya »işgücünün meta olmaktan çıkartılması« talebidir. İşgücünün meta olmaktan çıkartılması kapitalist toplum ve sömürü düzeni koşullarında olanaklı değildir ve ancak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermekle böylesi bir süreç başlatılabilir. Özelde toplumun, genelde tüm dünyanın demokratik, sömürgecilikten kurtulmuş, adil, eşitlikçi, özgür, dayanışmacı, barışçıl, müreffeh, çoğulcu bir biçimde, sürdürülebilir ve ekolojik iktisat ile şekillendirilmesi verili kapitalizm koşullarında da olanaklıdır. Güç dengelerine göre ezilen ve sömürülen sınıflar ile toplumun diğer kesimleri egemen sınıflardan tavizler kopartabilirler. Nihâyetinde bunlar demokratik, ekonomik ve sosyal mücadelelerle güç dengelerinde değişimler sağlanarak kapitalist üretim tarzı koşulları altında gerçekleştirilebilecek reformlardır. Egemen sınıfların iktidarını sınırlayabileceklerinden antikapitalist karakter taşımaktadırlar, ancak egemen sınıfların güç dengelerini değiştirmeleriyle anında geriye alınabilecek kazanımlardan ibarettir. O açıdan her türlü eşitsizliğin, baskının, sömürünün, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin, ekolojik felaketlere ve savaşlara yol açan siyasetlerin dayandığı temel olan egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri kökten değiştirilmeden kapitalizm sonrası dünyaya geçiş olanaksızdır. Bu nedenle reformları »post-kapitalizm« olarak nitelendirmek en fazla post-marksist yanılsamadır.
»İlerici Enternasyonal« ve Almanya reformist solu gibi yapıların önerdikleri demokratik, ekonomik ve sosyal reformların »nasıl« gerçekleştirileceğine yönelik yanıtları ise »Network-Örgütlenmesi« ve parlamentarizmden ibaret. Örneğin »İlerici Enternasyonal« web sayfası üzerinden »üye olmak istiyorum« kutusunun tıklanmasını örgütlenmek (!) için yeterli görüyor. Almanya reformist solu ise iktidar ortağı olunarak kapitalizm sonrasını olanaklı kılacak dönüşümler hedefliyor. Bugüne kadarki pratiklerine baktığımızda ise, ne denli »başarılı« olabildiklerini görebiliyoruz. Web sayfası üzerinden örgütlenmenin de sonucunda girişimcilerini nasıl oluşturuldukları muğlak »sekretaryalarda« istihdam eden veya parlamenter kariyer sahibi yapan sosyal forumlar benzeri güya »yeni sosyal hareket« örgütlenmelerinin tekrarından başka bir şey olmadığı da açık. O açıdan bu tip örgütlenmelerin, kendileri tersini iddia etseler de kapitalizmi yıkacak özneler olmadıklarını ve »Yeni sınıf mücadelesi« tartışmalarının kapitalizmin ötesini işaret etmekten ziyade, kapitalizmi onarmanın yol arayışı olduğunu söyleyebiliriz. Tabii ki bu da meşru bir arayıştır. Sosyal demokrasinin yaptığı gibi, kapitalizmin sivriliklerini törpüleyerek ve kapitalizm sınırları içerisinde reformlar gerçekleştirmek için çaba sarf edilebilir. Ama olmayan bir şeyi varmış gibi, yani kapitalizm aşılmak isteniyormuş gibi yapmaya hiç gerek yoktur.
Asıl gerekli olan…
Böylesi yapılanmaların es geçtikleri bir başka önemli nokta da talep edilen reformları uygulayacak kapitalist devletlerin ellerindeki şiddet tekeli sorunudur. Günümüzün ırkçı veya cinsiyetçi şiddetine karşı gelişen protestolar gibi en masum protesto hareketlerine dahi kapitalist devletlerin dünya çapında ne denli hunharca ve aşırı polis devleti şiddetiyle reaksiyon gösterdikleri düşünülürse, egemen sınıfların iktidarlarını sınırlayacak en küçük reform girişimlerinin nasıl bir tepkiyle karşılaşacağı tahmin edilebilir. Reformizmin bu konuda öz savunma ve devrimci şiddet olmaksızın reformlarını nasıl gerçekleştirebileceğine dair tek önermesi bulunmamaktadır. Gerçi »İlerici Enternasyonal« konseyinin üyesi Arundhati Roy gibi insanlar doğru biçimde »görevimiz makineyi işlemez hale getirmektir« diyorlar, ama onlar da bunun »nasıl« olacağına dair bir ipucu vermiyorlar.
Girişimin »kapitalizm karşıtlığı« konusundaki ipucunu ise Ertuğrul Kürkçü avrupaforum1.org web sayfasında şöyle veriyor:
»(…) Bizim diskurumuzda yerleşik olmamakla birlikte, “post-kapitalist” terimi Batı’da, özellikle Sovyetler Birliği’nin ve reel sosyalizmin çöküşünün ertesinde, kapitalizm sonrası dünyanın nasıl şekilleneceği konusunda ortaya çıkan müphemlikler dolayısıyla sosyal demokrasi, sosyalizm ve anarşizmin kapitalizm eleştirilerini bir arada kapsadığı düşünülen “kapitalizmsiz bir gelecek” ufkunun ifadesi olarak çok daha yaygın telaffuz ediliyor. Çok kabaca, bunun “kapitalizmi yıkalım, sonrasına bakarız” demeye geldiğini de söyleyip basitleştirebiliriz, ancak gene de İlerici Enternasyonal daha karmaşık bir tarihsel dizilişin ifadesi.« (a.b.ç.)
Keşke her şey, Kürkçü’nün ifadesiyle, bu kadar basit olsaydı. Ancak değil. Görebildiğimiz kadarıyla »İlerici Enternasyonal« hâlihazırda Anglosakson orijinli liberal solun, Almanya reformist solu karşısında konumlanan sol liberal rekabetinden fazlası değil. Aralarında kapitalizm içerisinde ve kapitalizmi »onararak« sürdürülebilir kılan adımlar atma konusunda hiçbir farkları olmamasına rağmen. Gene de hiç şüphe yok; ulusal ve uluslararası alanda verilen demokrasi ve sosyal haklar mücadeleleri ile toplumsal kimliklerin özgürleşme kavgalarında, ekolojik yıkıma karşı çıkan hareketlerde »İlerici Enternasyonal« ve diğer reformist sol akımlarla komünistlerin yolu kesişecektir. Ama kapitalizmi yıkma ve işçi sınıfının iktidarını kurma hedefine sadece komünistler sahiptir. Ve bu da reformizm ile devrimciliğin temel ayrım noktasıdır.
Peki, o zaman biz komünistler sınıf mücadelesinden ne anlıyoruz? Bazen bilinenleri tekrar anımsatmak zarar vermez. Bir kere biz Marx’ın belirli tarihsel varoluş koşulları ve hareket yasalarıyla tanımladığı işçi sınıfının özgün bir tarihsel görevi, yani siyasî iktidarı ele geçirerek sosyalist devinimleri gerçekleştirme görevi olduğuna inanıyoruz. Sınıf mücadelesinin özü budur, yani aynı zamanda verili toplumsal düzeni yıkma amacıyla siyasî iktidarı ele geçirme savaşımıdır. Komünistler sınıf mücadelesinin genelde materyalist tarih anlayışını, özelde ise Marx’ın kapitalist gelişme teorisini temel alması gerektiğini savunur. Çünkü insanlığın bugüne kadarki tarihi, son kertede üretim ve mübadele ilişkilerinin, yani özel mülkiyet egemenliği altında gelişen sınıf mücadeleleri tarihidir. Çünkü Marx’ın tespit ettiği gibi, »kapitalist üretimin … bir doğal sürecin gerekliliği ile mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini üretmesi« nesnel tarihsel gelişmenin yasallığıdır.
Komünistler sınıf mücadelesinin en başta sınıf düşmanının hareketlerini, en ince ayrıntısına kadar gündelik politikalarını anlaması gerektiğinden hareket ederler. Çünkü toplumsal bilincin her türlü biçimi maddi yaşamın çelişkileri ve neticede toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ihtilaf ile açıklanabilir. Çünkü toplumsal, siyasî ve zihinsel yaşam sürecini maddi yaşamın üretim tarzı belirler.
Komünistler sınıf politikasının devrimci reel politika olarak şekillendirilmesi gerektiğini savunurlar. Çünkü devrimci reel politika olarak sınıf politikası hem ulaşılabilir hedefleri en etkin araçlar ve en kısa yoldan takip etmeye, hem de tüm tekil parçalarının bütünlüğünde verili kapitalist düzeni aşmak için devrimi gerçekleştirmeye yönelmelidir. Her türlü demokratik, sosyal ve ekonomik reformlar, toplumsal kimliklerin özgürleşmesi, ekolojik ve sürdürülebilir bir gelecek için verilen mücadelelerin merkezine, bu mücadeleleri ikincil kılmadan sistem sorusunu yerleştirmek için işçi sınıfının devrimci reel politikasına ihtiyaç vardır. Devrimci reel politikanın taşıyıcısı olabilmek içinse salt reformlarla yetinmek veya »kapitalizmi yıkalım, sonrasına bakarız« demek yeterli değildir. Kapitalist gelişmenin tarihsel yasallıklarını görmek, »neyin ne olduğunu söylemek« ve buna uygun davranmak gereklidir.
Sonuç itibariyle »İlerici Enternasyonal« girişimcilerinin ve reformist »Yeni sınıf politikası« savunucularının kapitalizm karşıtlığının bir illüzyondan ibaret olduğunu tespit edebiliriz. Şüphesiz onlarla çeşitli mücadele alanlarında buluşacak ve bir süre birlikte yürüyeceğiz – diğer demokratik ve ilerici güçlerle olduğu gibi. Ve onların Marx’ın haklılığından şüphe duymadıklarını, kendilerini aldatmadıklarını da çok iyi biliyoruz. İşçi sınıfını ve toplumsal direniş dinamiklerini aldatmaya kalkışmasınlar, bizce bu yeterlidir.