Rejim krizde: Neden? Ve ne yapmalı?
Türkiye’deki gerici-faşist ittifakın 24 Haziran baskın seçimlerinden kırılgan iktidar ilişkilerini stabilize ederek çıkmasından bu yana muhalif kesimlerde hâlâ belirli bir kafa karışıklığı hakim. Bilhassa kentli laik orta katmanlar hayal kırıklığından ve gerici-faşist ittifaka oy veren Sünni-muhafazakâr yoksul kesimlere duydukları derin öfkeden kurtulamıyorlar. Bu kesimlerdeki hayal kırıklığının en büyük nedeninin parlamentodaki burjuva muhalefetinin salt propagandadan ibaret söylemlerine bakarak, iktidarın değiştirilebileceği hüsnükuruntusuna kapılmaları olduğunu söyleyebiliriz. Komünistler, reel güç ilişkilerini ve siyasal rejimin karakterini göz önünde tutarak, »büyük olasılıkla ya diktatörlük ya da demokrasiye açılacak yol için bir dönemeç« tespitini yapmışlar ve gerici-faşist ittifakın geri püskürtülüp, AKP-Saray-Rejimine darbe indirilmesinin olanaklı olduğunu vurgulamışlardı.
Nitekim komünistlerin öngörüsü büyük oranda gerçekleşti. Zaten otokratik rejimlerin meşruiyeti şüpheli, adil olmayan ve antidemokratik koşullarda yapılan seçimlerle iktidarın alaşağı edilemeyeceğini söylemek için, komünist olmaya gerek yok. Gerçekçi olunması yeterlidir. Kaldı ki 2010 Anayasa Referandumu, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve nihâyetinde 16 Nisan 2017 Referandumu ile diktatörlüğü kökleştiren rejim, elindeki olanaklarla, özellikle KHK’ları kullanarak, gerici-faşist ittifakın parlamento çoğunluğunu kaybetmesi durumunda dahi iktidar değişikliğini engelleyebilirdi. Bunun ötesinde, gene gerici-faşist ittifakın çoğunluğu kaybetmesi durumunda, iktidar değişimini sağlayabilecek bir siyasî çoğunluk söz konusu dahi değildi. Burjuva partilerinden ve HDP’den oluşan parlamenter muhalefet sadece koltuk çoğunluğunu almış olurdu, ki bu da siyasî çoğunluğu sağlamaya yeterli değildi – hele CHP’nin Kemalizmi ile İyi Parti’nin neofaşist MHP’den kopan aşırı sağ – ultra milliyetçi ve ırkçı yapısı düşünülürse.
O açıdan 24 Haziran seçimlerinin rejimin diktatoryal karakterine meşruiyet sağladığını, gerici-faşist ittifakın seçmen tabanını mobilize ederek rejime toplumsal rıza yaratma, burjuva muhalefeti deklase etme ve emperyalist güçler karşısında kaybedilen itibarı yeniden bir nebze kazandırma olanağını verdiğini söyleyebiliriz. Egemen bloğun hükümette olmayan kanadı olan burjuva muhalefeti antidemokratik seçimin sonuçlarını kabul ederken, her türlü baskıya rağmen rüştünü kanıtlayan HDP, şüphesiz hâlâ var olan geniş toplumsal muhalefet dinamiğine öncülük edebilecek, böylesi bir muhalefetin merkezi olabilecek konuma gelemedi.
Peki, bu reel durum tamamen ümitsiz mi? Sol liberallerin yaptığı gibi, yılgınlığa mı düşeceğiz, ya da burjuva liberali kesimlerin »ekonomik kriz kapıda, rejim dayanamaz, Batı müdahale eder« söylemlerine aldanarak, umutlarımızı gelecek olan yıkıcı krize mi bağlayacağız? Veya Veysi Sarısözen’in nicedir yaptığı ve kanımızca son derece anlamlı »parlamentodan çekilin« çağrısına CHP ve HDP’li milletvekillerinin nihâyet uyarak, sokağı örgütlemelerini mi bekleyeceğiz? Kısacası, ne yapmalıyız?
Yorumlamak yetersiz, ama değiştirmek için zorunlu
Ne yapmalı? Günümüzün ivedi sorusu budur. Ancak yanıtını vermek için, salt rejim siyasetçilerinin söylemlerine ve görüngülere dayanan, devlet aparatı içerisindeki koalisyonlar ile kurum yapılarındaki bürokratik değişimleri değerlendirmekle yetinen ve ajitatif söylemden ibaret analizlerin ufkunun çok ötesine açılmalı ve önce »neyin, neden ne olduğunu« söylemeye çalışmalıyız. Ki, çoklu kriz ortamında debelenen, ama baskın seçimle hedeflerini şimdilik gerçekleştirebilen gerici-faşist ittifakı ve iktidar ilişkilerinin ne denli kırılgan olduğunu ve bu durumun hangi potansiyelleri barındırdığını görebilelim, olası çıkış yollarının nasıl açılabileceğini araştıralım.
Öncelikle egemen bloğun, bilhassa belirleyici parçası olan AKP’nin büyük bir hegemonya krizi içerisinde olduğunu tespit etmek durumundayız. Erdoğan’ın başkan seçilmesi, gerici-faşist ittifakının parlamentoda çoğunluğa sahip olması ve tüm yetkilerin tek elde toplanması bu gerçeği değiştirmemektedir. Önce TEKEL, ardından Gezi Direnişi ile başlayan hegemonya krizi bugün daha da derinleşmiştir. Farklı siyasî eğilim ve katmanların, metal işçilerinin, genel olarak emek hareketi ile toplumsal grupların tüm baskılara rağmen hep yeniden alevlenen direniş ocakları, Kürt halkının özgürlük mücadelesi, kozmetik rötuş ve küçük tavizlerle susturulamadıklarından, egemen bloğun hegemonik sınırlarını zorlamakta ve iktidarı toplumsal direnişi hep daha fazla baskı altına alıp, baskı tedbirlerini artırmaya itmektedir. Bu ise yeniden direniş mekanizmalarını tetiklemekte, »Hayır« kampanyasında, »Adalet Yürüyüşünde« veya 24 Haziran seçimlerinde olduğu gibi, farklı toplumsal muhalefet gruplarını birbirlerine yakınlaşmaya ve sokaklara çıkmaya motive etmektedir. Toplumsal muhalefetin farklı kesimlerinin her yan yana gelişi hegemonik sınırların daha da zorlanmasına ve hegemonya krizinin derinleşmesine yol açmaktadır.
AKP iktidarının beş yılı aşkın bir süredir devam eden bu hegemonya krizine, ırkçı, milliyetçi ve şoven yönelimlerle siyasetini ve toplumsal tabanını daha radikalleştirerek yanıt veriyor olması ise, egemen blok içerisindeki çelişkileri derinleştirmekte ve blokta çatlaklar açmaktadır. Uzun bir süre kendisi de koalisyon olan AKP’de »Erdoğan-Gülen-Çatışması« olarak kendini ifade eden ve 15 Temmuz darbe girişimiyle zirve yapan çelişkilerin ardında, egemen blok içerisindeki bazı kesimlerin bu radikalleşmeyi ekonomik çıkarlarına yönelik büyük bir tehdit olarak algılaması yatmaktadır.
Egemen blok hiç bir kapitalist ülkede monolitik değildir. Egemen bloğu oluşturan güçler – hükümet, siyasî formasyonlar, askerî ve sivil bürokrasi, sermaye fraksiyonları ve desteğini aldıkları toplumsal sınıf ve katmanlar, farklı çıkarlara, beklentilere ve hedeflere sahiptirler. Egemen güç ve mülkiyet ilişkilerinin, sermaye birikim koşullarının ve kapitalist üretim tarzının sürdürülebilirliği ve ülke ekonomisinin emperyalist-kapitalist dünya düzenine entegrasyonu konusunda genel bir uzlaşıya sahip olsalar da, aralarındaki çıkar çelişkileri ortadan kalkmış değildir ve bu çelişkiler kriz dönemlerinde çatışmalara dönüşmektedir.
Bunu, Korkut Boratav ve Ümit Akçay gibi bilim insanlarının AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana uygulanan ekonomi politikaları ve ekonomik kriz süreçleri konusundaki sayısız yazılarına atıfta bulunduktan sonra, farklı sermaye fraksiyonlarını ve aktör olarak AKP’nin rolünü irdeleyerek açmaya çalışalım: Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ve muhtemelen sonbahardan itibaren derinleşecek olan ekonomik kriz, aslında 2007 krizinin devamı. Her ne kadar 2007/2008 krizi Türkiye’yi, Erdoğan’ın deyimiyle »teğet geçerek« diğer eşik ülkeleri kadar etkilememiş olsa da, kriz tedbirleri ve uygulamaya sokulan politikaların bugünü hazırladığını söyleyebiliriz.
İktidara geldiği andan bugüne dek neoliberal politikaların savunucusu olan AKP, ki AKP 12 Eylül’ün asıl tarihsel mirasçısı ve devamıdır, 2007 krizinden sonra ikili strateji izlemeye başladı. Bir tarafta, başta AB olmak üzere, uluslararası kurumlarla yapılmış olan anlaşmalara ve sert neoliberal tedbirlere sadık kaldı, ama diğer tarafta devlet aparatı içerisinde kurumsal değişiklikler gerçekleştirerek ve tek merkeze (Erdoğan’a) bağlı paralel yapılar oluşturarak, taraftarı olan küçük ve orta ölçekli sermaye fraksiyonlarının faydalandığı büyük proje yatırımlarına ağırlık verdi. Bu ikili strateji, bilhassa büyük projelerle yandaş sermaye gruplarının teşvik edilmesi ve 2007 krizinin yol açtığı yıkımın – diğer eşik ülkelerine nazaran – »hafif« kalması, AKP ve Erdoğan’ın toplumsal tabanını genişletti. Ancak, ekonominin yeniden büyümeye başlamasına rağmen yandaşlara peşkeş çekilen büyük projeler (yeni havalimanı, üçüncü köprü, Kuzey Ormanları, nükleer santral vs.) ve genel anlamda neoliberal tedbirler ve gündelik yaşamın her alanında artan muhafazakârlaştırma baskısı dirençle karşılaştı, aynı zamanda toplumsal kutuplaşmayı hızlandırdı. Tüm bunlar 2011 sonrasında dış politikanın iflasıyla birleşince, ikili stratejinin uygulanabilmesi için hep daha otoriter politikalar gerekli oldu.
Bu siyasetin sürdürülemeyeceği belliydi. Nitekim bugünkü – kendisini Türk Lirasının değer kaybı, faiz sorunu, büyüyen cari açık vs. olarak gösteren – kriz ortamı, hem derinleşme tandansı, hem de yönetilemez olması ile bunu kanıtlamaktadır. Ufukta, egemen blok içerisindeki çelişkileri derinleştirecek ve gerici-faşist ittifakın toplumsal tabanında erozyona yol açacak yeni bir »Stand by antlaşması« çoktan görünür olmuştur. Böylelikle gerici-faşist ittifak ve bizzat Erdoğan ağırlığı gün be gün artan bir baskı altına girmiştir.
Türkiye’nin jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik konumu emperyalist güçler ve uzun vadeli emperyalist hedefler açısından yaşamsal önem taşımaktadır. O açıdan emperyalist güçlerin ve uluslararası sermaye kurumlarının, Erdoğan’ın ısrarla sürdürmek istediği ikili stratejiye uzun süre göz yumamayacaklarından ve müdahale etmek zorunda kalacaklarından hareket edebiliriz. Muhtemelen IMF üzerinden yeni bir yapısal uyum programı dayatılacaktır.
Böylesi bir program öncelikle uluslararası sermaye ile iç içe geçmiş olan büyük sermaye gruplarının lehine olacak. TÜSİAD’da örgütlenen tekelci burjuvazi, AKP taraftarı küçük ve orta ölçekli sermaye fraksiyonlarının tüm devlet destekleri ve büyük projelerle teşvik edilmelerine rağmen ulaşamayacakları sermaye gücüyle Türkiye ekonomisinin emperyalist-kapitalist dünya düzenine daha sıkı entegre edilmesini istemektedir. Dış ticaretin neredeyse tümünü kontrol eden tekelci burjuvazi, uzun zamandır erkin tek merkezde yoğunlaşmasından ve AKP’nin ikili stratejisinin rekabet dışı taraftar teşviki ayağından rahatsız olmaktadır. Uluslararası tekelleri de temsil eden TÜSİAD şu an için doğrudan siyasî ihtilafa girmekten imtina etmektedir. Çünkü yasama-yürütme-yargıyı tek merkezde toplamış olan AKP gerek toplumsal desteği, gerekse de elindeki yasal olanaklarla kendisini savunabilecek bir konumdadır. »FETÖ« suçlamasıyla el konulan holdingler, şirketlere kayyum atamaları ve varlık Fonu gibi araçlar nihâyetinde aba altından sopa göstermeye yeterli olmaktadır.
Bununla birlikte büyük sermaye grupları AKP’nin neoliberal uygulamalarından, OHAL’den ve baskı ortamından faydalanmakta, vergi politikalarından, emek örgütlerinin kısıtlanmasından ve uluslararası silah tekellerinin desteğiyle büyümekte olan askerî-sınai komplekse daha çok entegre edilmekten hoşnut kalmaktadırlar. Ancak Erdoğan’ın uygulanmakta olan ikili stratejinin taraftar teşviki ayağına daha fazla önem atfetmesi, Merkez Bankası gibi kurumlar üzerinde baskı uygulaması ve sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkileri salt devlet aparatı üzerinden çözmeye izin vermesi, emperyalist tekellerin ve Türkiye’deki büyük sermaye gruplarının itirazına yol açmaktadır.
Diğer tarafta, uzunca bir süre »Yeşil sermaye« olarak adlandırılan AKP yandaşı sermaye fraksiyonları da önemli çelişkiler yaşamaktadırlar. TÜSİAD üyeleri gibi büyük sermaye gücüne sahip olmadıklarından ve uluslararası tekellerle olan rekabette devlet korumasına gereksinimleri olduğundan, ikili stratejinin taraftar teşviki ayağının güçlendirilmesini istemektedirler. Ancak bununla birlikte »büyüme tuzağından« da kurtulamamaktadırlar. Yani büyüdükçe çıkar ilişkileri TÜSİAD’da örgütlü ve belirleyici olan sermaye fraksiyonlarının çıkarlarına yakınlaşmaktadır. Bu da egemen blok içerisindeki güç ilişkilerinde kaymalara yol açmaktadır.
Egemen blok içerisindeki çıkar çatışmaları ve çelişkilerin derinleşmesi, karar mekanizmalarının merkezîleştirilmesi, toplumsal kutuplaşmanın büyümesi, kriz beklentileri ve dış baskılar, iktidar ilişkilerini sarsmakta ve siyasî istikrarsızlık tehlikesini artırmaktadırlar. Çoklu kriz ortamının oluşturduğu bu maddi gerçeklik, seçim zaferine ve Erdoğan’ın elinde toplanan tüm olanaklara rağmen, AKP-Saray-Rejimini zayıflatmakta, egemen blok içerisindeki çatlakları büyütmektedir. Rejim, artık yönetmekten aciz kaldığı müthiş bir ikilemle karşı karşıyadır: Ekonomik realite ve belirleyici olan sermaye fraksiyonlarının çıkarları, aynı zamanda emperyalist güçlerin beklentileri, Türkiye’nin yeni bir yapısal uyum programına başlamasını gerekli kılmaktadır. Ancak bu AKP’nin ikili stratejisinin, toplumsal desteği ayakta tutmaya yarayan taraftar teşviki ayağının aleyhine olacaktır. Büyük çoğunluğu zaten yoksul olan AKP tabanı, yapısal uyum programlarının karakteristik yıkıcı etkilerinden olumsuz etkilenecek ve gerici-faşist ittifakın toplumsal rıza üretme olanaklarını zayıflatacaktır. Yapısal uyum programını kabul etmemesi durumunda ise, kapıda bekleyen büyük ekonomik, mali ve borç krizinin etkileri çok daha yıkıcı olacaktır. Sonuç itibariyle rejim köşeye sıkışmış durumdadır. »Rejim için hâlâ sonun başlangıcıdır« tespitimizi bu gerçeğe dayandırmaktayız.
Peki, biz ne yapmalıyız?
Rejim için »son«dan bahsederken, bunun ne egemen blok içerisindeki çelişkilerden dolayı kendiliğinden, ne de emperyalist güçlerin dışarıdan herhangi bir müdahaleleriyle gerçekleşeceğinden bahsetmiyoruz elbette. Ne emperyalizmin, ne Türkiye tekelci burjuvazisinin, ne de AKP yandaşı sermaye fraksiyonlarının antidemokratik uygulamalarla, kurumsallaştırılan OHAL durumu ile, Kürdistan’daki kirli savaş ile veya İslamileştirme çabalarıyla, hatta açık faşist diktatörlük inşasıyla esas itibariyle herhangi bir sorunları yoktur. Aksine, kapitalist sömürü koşulları ve sermaye birikim süreçleri engelsiz sürdürülebildiği müddetçe Erdoğan ve AKP’nin arkasında duracaklardır. Emek hareketi ve toplumsal gruplar üzerindeki baskılar, otoriter hükümet şekli işlerine yaramaktadır. Nihâyetinde sınıflı toplum gerçeği, egemen sınıfın tahakkümü üzerine kuruludur.
O açıdan gerici-faşist ittifak sayesinde başkanlık sistemini kurumsallaştırabilen Erdoğan iktidarını »tek adam diktatörlüğü« veya »Bonapartizm« olarak nitelendirmek, önemli bir yanılgıdır. Emperyalist güçlerin ve Türkiye’deki egemen sınıfın açık desteğiyle iktidara gelen ve iktidarını sürdüren Erdoğan ne »sınıflar üstü bir varlık«, ne de bir Sultandır. Burjuva diktatörlüğüne »Tek adam diktatörlüğü« demek, Erdoğan’a olağanüstü güçler tanımak anlamına gelir. Marx, »Louis Bonaparte’ın on sekizinci Brumaire’i« adlı yapıtının 1869’da yayımlanan ikinci baskısına yazdığı önsözünde, Victor Hugo ile Pierre-Joseph Proudhon’un benzer yaklaşımlarını eleştirerek, şunları vurgular:
»Victor Hugo, devlet darbesinin sorumlusuna yönelik acı ve zeki bir hicivle yetiniyor. O, olayı bulutsuz havada düşen yıldırım misali betimliyor. Bireyi, ona dünya tarihinde emsalsiz biçimde girişimin kişisel gücünü yükleyerek, küçülteceği yerde büyüttüğünü fark edemiyor. Proudhon ise, devlet darbesini daha önce gerçekleşen tarihsel gelişmenin sonucu olarak göstermeye çalışıyor. Ancak devlet darbesinin tarihsel konstrüksiyonu, elinin altında devlet darbesi kahramanının tarihsel savunusuna dönüşüyor. Böylelikle nesneltarih yazıcılarımız olarak anılanların hatasını tekrarlıyor. Ben ise buna karşın, Fransa’daki sınıf mücadelesininvasat ve tuhaf bir kişiliğe kahraman rolünü oynattıran koşulları ve şartları nasıl yarattığını kanıtlıyorum«.
O nedenle, Marx’a dayanarak, Erdoğan’ın merkezinde durduğu iktidar ilişkilerinin, kişi olarak Erdoğan’ın iyi veya kötü insan olmasına veya öznel isteklerine bağlı olarak oluşmadığını, aksine Erdoğan’ın temsil ettiği egemen sınıfların tahakkümünün tarihsel koşullar ve maddî şartların zorlamasıyla aldığı biçim olduğunu tespit etmek durumundayız. Devlet aparatının, askerî ve sivil bürokrasinin tek merkezden kontrol ediliyor olması, bu gerçeği değiştirmemektedir.
Bununla birlikte iktidar ilişkilerinin »olağan« koşullar, yani işleyen parlamenter sistemiyle burjuva demokrasisi koşulları altında da her zaman kırılgan olduğunu, egemen bloğun egemenliğini her defasında toplumsal rıza yaratarak yeniden üretmek zorunda kaldığını ve kriz dönemlerinde kırılganlığın artarak, değişim dinamiklerine alan açabileceğini de unutmamalıyız. Toplumsal rızanın yaratılmasının zorlaştığı ve dirençle karşılaştığı kriz koşullarında egemen güç ilişkilerinin korunması isteği otoriterleşme tandansının artmasına neden olmaktadır. Kaldı ki, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin günümüzdeki koşulları, bilhassa eşik ülkelerinde diktatoryal, otoriter ve faşizan/faşist yönetimlerin oluşturulmasında teşvik edici rol oynamaktadır.
Beş yılı aşan bir süredir hegemonya krizi yaşayan ve aynı zamanda dış politika itibarını büyük ölçüde yitiren rejim, toplumsal rıza üretme süreçlerini gerici-faşist ittifak üzerinden kutuplaşmayı derinleştirme ve faşizmin toplumsal tabanını yaratan radikalleşme stratejisiyle sürdürmek istemektedir. Ancak bu kutuplaşma ve radikalleşme stratejisi, hem ekonomi politikalarındaki ikili stratejinin dengesini bozduğundan, hem de çoklu kriz ortamının derinleşerek sınıfsal ve toplumsal muhalefet dinamiklerini tetiklediğinden, büyük sermaye fraksiyonlarının itirazına yol açmaktadır. Çünkü bu durum en başta Türkiye ekonomisinin emperyalist-kapitalist dünya düzenine entegrasyonunu zorlaştırmakta ve neoliberal uygulamaların garantörü olan kurumsal yapılar (Merkez Bankası, AB bütünleşme adımları, Rating ajansları vs.) üzerinde baskı kurarak, kırılganlığı artırmaktadır. Ama şu an için tekelci burjuvazinin itirazının siyasal ifadesi olabilecek formasyonlar – CHP ve İyi Parti – gerici-faşist ittifak karşısında yetersiz kalmaktadırlar.
Egemen blok içerisindeki çelişkilerin ve çıkar çatışmalarının artması, otomatikman demokratikleşme süreçlerinin ve devrimci mücadelenin önünü açması anlamına gelmemektedir tabii ki. Aksine, koşulların daha da ağırlaşacağından, ırkçı-milliyetçi, faşist-şoven saldırıların yoğunlaşacağından, içeride ve dışarıda savaş koşulları yaşanacağından hareket etmek durumundayız. Köşeye sıkışmış olan rejim, bilhassa işçi sınıfına karşı en gerici yöntemleri, başta Kürt halkı ve Aleviler olmak üzere, tüm etnik, dinsel ve cinsel kimliklere karşı en şoven asimilasyon ve kimliksizleştirme saldırılarını kullanacak ve açık faşist diktatörlük inşasını hızlandıracaktır.
Bu gidişatı durdurmanın, egemen bloğun yaşadığı krizleri derinleştirmenin ve demokratikleşme yönünde bir zaman penceresinin açılmasını sağlamanın tek yolu, çok yönlü örgütlenme ve direnişten geçmektedir. Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketi ortak mücadele hattını genişleterek, hangi siyasî tercihi kullandıklarına bakılmaksızın, ülkenin her köşesinde işçilerin, emekçilerin ve yoksulların içinde bulundukları durumun farkına varmalarını ve bu koşullara isyan etmelerini sağlamakla mükelleftirler. Aynı şekilde sınıf güçlerinin dışında olan ve farklı tekil çıkarlar için direnç gösteren kimliklerin ve muhalif toplumsal grupların da bu ortak mücadele temelinde hareket geçmelerini kolaylaştıracak, cesaretlendirecek koşullar yaratılmalıdır. Nihâyetinde günümüz Türkiye’sinin koşulları, sınıf ve kimlik mücadelelerinin iç içe geçmiş olduklarını her gün yeniden kanıtlamaktadır.
Komünistler böylesi bir örgütlenme ve direniş stratejisinin tek bir yöntemi olmayacağından hareket ederler. Kürdistan ve Türkiye’deki koşullar, devrimci ve komünist kümelerin devrimci cephede bir araya gelip, ortak mücadeleyi örmelerini zorunlu kılmaktadır. Açık, yarı-açık ve konspiratif alanlarda, her türlü savaşım yöntemlerine uygun ve uzun soluklu bir mücadele, istisnasız tüm komünist kümelere gerekliliğini dayatmaktadır. Bu çerçevede, ezilen ve sömürülenlerin rejime karşı tepkilerini zor kullanma yöntemleriyle, direniş ve işgallerle dışa vurmaları, haklı hesap sorma ve özsavunma eylemleri, artık hiç bir şekilde yadırganmamalıdır.
Bununla birlikte, kısıtlı olsa da, parlamenter olanakların sonuna kadar kullanılması, gerektiğinde »Sine-î millet« tartışmasının geniş kesimleri içerecek biçimde örgütlenmesi, sivil itaatsizlik eylemleri, fabrikalarda ve mahallelerde, okullar ve üniversitelerde, yaşamın her alanında gündelik sorunların çözülmesine destek olacak, karşılıklı yurttaş yardımlaşmasını, üretim ve tüketim kooperatiflerinin oluşturulmasını, alternatif sağlık ve eğitim hizmetlerinin verilmesini sağlayacak meclis yapılanmalarına gidilmesi de yadsınmamalı, camisinden cem evi ve kilisesine, kentinden köyüne, fabrikasından AVM’si, bankası, sigortasına ve mahallesinden sokağına her yer mücadele alanına dönüşmelidir. Bu tür açık çalışmalar, Gezi Direnişinde olduğu gibi, özgürlük alanları olmalı, güven vermeli ve gereken yerlerde özsavunma güçlerinin koruması altına alınmalıdırlar. Her ne kadar küçük burjuvazinin, sol-liberal kesimlerin ve burjuva demokratlarının sınıfsal karakteri biliniyor olsa da, Saray’ın cephesine karşı en geniş demokratik muhalefet çevrelerini ve toplumsal katmanları kapsayan bir Halk Cephesi oluşturulmak zorundadır. Böylesi bir cephenin potansiyeli, gerek »Hayır« kampanyasında, gerekse de 24 Haziran seçimlerinde kendisini göstermiştir.
Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürt Özgürlük Hareketinin ivedi görevleri, bu potansiyeli harekete geçirmektir. Çünkü devrimcilerden başka hiç kimse bunu yapmayacaktır. Faşizmi döktüğü kanda boğmak, elimizdedir. Yapmamız gereken ise, bunun koşullarını yaratacak basireti göstermektir!
* * *