Burjuvazinin korkulu rüyasıyla baş etme yöntemi üzerine
1990 sonrasında kapitalizm dünya çapında büyük bir zafer elde etti, bu doğru. Ama bilinçli işçi sınıfı ve komünistler bu karşıdevrimi geçici bir politik yenilgi ve gerileme olarak nitelendirmektedirler. Aslında dünya sınıf savaşımları tarihinde ezilen ve sömürülenlerin çokça yenilgilerine tanık olduk. 1871 Paris Komünü deneyi sadece 72 gün sürmüştü. 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi deneyi ise 73 yıl boyunca dünyadaki tüm dengeleri değiştirdi. İlk kez işçi sınıfının iktidarının olanaklı olduğunu gösteren sosyalizm deneyi, tüm hatalarına, olumsuz pratiklere, sapmalarla zayıflatılmasına ve nihâyetinde yenilmesine rağmen, insanlığın bilinçli işçi sınıfının öncülüğünde baskı ve sömürüden kurtuluş mücadelesi için zengin bir deney hazinesi, ilham kaynağı olan olumlu yönleriyle daha iyisini yapabilmek için emsalsiz bir yol gösterici olarak hafızalarımızda kalacaktır.
Kalacaktır, çünkü dünyamızda ezilen ve sömürülenler için hiçbir şey değişmedi hâlâ. Emek sömürüsü tüm şiddetiyle devam etmekte, sermaye diktatörlüğü pervasızlaşarak güçlenmekte, kapitalizmin yapısal krizleri insanlık ve doğa için ağır sonuçlara yol açmayı sürdürmektedir. Emperyalizm savaşlar, din ve mezhep çatışmalarıyla dünyayı kan gölüne çevirmekte, halkları karşı karşıya getirmek ve sınıfı bölmek için ırkçılığı, milliyetçiliği ve barbarlığı teşvik etmekte ve BM dahil, tüm uluslararası kurumları kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktadır. Dünya nüfusunun yüzde birinin, geri kalan yüzde 99’undan daha zengin olması, her 4,5 saniyede bir çocuğun savaşlar, açlık veya hastalık nedeniyle yaşamını yitirmesi, 1 milyarı aşkın insanın açlık sınırında yaşamak zorunda olması ve on milyonlarca insanın yurdunu terk edip mülteciliğe zorlanması kapitalist üretim tarzının vahşete ve barbarlığa yol açtığı gerçeğini kanıtlamaktadır. Kısacası, reel sosyalizmin yıkılmış olması hiçbir şeyi değiştirmemiş, aksine savaşların, sömürünün ve baskının daha da artarak devam etmesine neden olmuştur. Sistem alternatifinin yok olması, ceberut burjuvaziyi daha da saldırganlaştırmıştır.
10 Eylül 1920’de Büyük Sosyalist Ekim Devriminin etkisi altında ve Anadolu-Mezopotamya coğrafyasındaki bağımsızlık savaşının ateşleri içerisinde Türkiye Komünist Partisi’ni kuranlar, muhakkak ki böylesi bir gelişmenin olabileceğini akıllarına dahi getirmemişlerdi. Aksine Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiye Komünist Partisi Kafkasya’da Türkiyeli komünistlerden oluşturulan Kızıl Alaylar ile emperyalist ve işgalci güçlere karşı yürütülen savaşa katılmaya geliyordu.
Türkiye Komünist Partisi, Türkiye burjuvazisinin emperyalizm ile uzlaşmasını engellemek, işgalcilere karşı yürütülen savaşı, toplumsal kurtuluş savaşına yükseltme amacını gütmekteydi. İşbirlikçi Kemalist burjuvazinin amacı ise, TKP’nin bu politikasını boşa çıkartmaktı. Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve diğer yoldaşlarımızın katli, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturacak unsurların en önemli siyasi cinayetlerinden birisidir ve bir-iki generalin icraatına indirgenecek nitelikte değildir. Bu cinayet son derece amaçlı, hedefli ve sonuç almaya yönelik işlenmiş bir cinayettir.
Suphilerin katli Türkiye burjuvazisi açısından üç nedenle çok önemlidir:
Bir kere Mustafa Suphi ve yoldaşları ülkeye sosyalist, federatif bir Sovyet cumhuriyeti programı ile gelmişlerdi. Hedefleri, başlayan savaşı toplumsal kurtuluş savaşına yükseltmekti. Bu politika Türkiye Komünist Partisi’nin, Komintern’in politikasıydı. Cinayet, bu politikayı önleme amacıyla işlenmiştir.
İkincisi, Suphilerin katledilmesiyle Türkiye Komünist Partisi’nin yok edilmesi hedefleniyordu. Burjuvazi bunu başaramadı ama çok zarar verdi. Suphilerin katledilmesinden sonra parti yönetimi Kemalist politikaları destekleyen Şefik Hüsnü ekibinin eline geçti.
Üçüncüsü, bunlara bağlı olarak bu yöntemle Büyük Sosyalist Ekim Devriminin idelerinin başka ülkelerde yaşama geçirilmesi önlenmiştir. Sosyalizmin ve Komünizmin enternasyonal bir hedef olduğundan yola çıkıldığında, bu önlemin dünya komünist hareketine ve oluşacak dünya sosyalist sistemine ne denli zarar verdiği belirginleşir. Sovyet Rusya için o dönemde büyük önem taşıyan Almanya’da, Almanya Komünist Partisi KPD’nin kurucuları Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un benzer yöntemlerle katledilmeleri bu savı onaylamaktadır.
Bu üç olgudan hareket ettiğimizde gerek Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un, gerekse de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinin hem Almanya ve Türkiye siyaseti açısından çok derin önemi, hem de uluslararası boyutu olan cinayetler olduklarını görürüz. Bu cinayetler, burjuvazinin ve sermayenin uluslararası güçlerinin o dönemde Ekim Devrimine karşı uyguladıkları stratejinin önemli bir halkasıdır ve bugünden baktığımızda, burjuvazinin korkulu rüyasıyla baş etme yöntemidir.
Alman burjuvazisinden Türk burjuvazisine aynı yöntem
Suphilerin katledilmesinde kimlerin sorumlu olduğu yeterince biliniyor. Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg ve yoldaşlarının katledilmesinde Alman sosyal demokratlarının nasıl bir rol oynadığı da tüm tarihsel tahribat çabalarına rağmen, çok iyi bilinmekte. Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg ve yoldaşları 31 Aralık 1918’i 1 Ocak 1919’a bağlayan gece, Rosa’nın deyimiyle “bugün yeniden Marx’ın bayrağı altında” toplanarak Almanya Komünist Partisi KPD’yi kurduklarında, burjuvazinin saflarına geçmiş olan SPD’nin ihanetini de ifşa etmiş oluyorlardı. KPD ilân ettiği programında Marksist toplum düzeninde şura anayasalı bir sosyalist cumhuriyetin kurulmasını ve emperyalizm ile militarizmin aşılmasını hedef olarak koymuştu. Bu hedefler ise hükümeti oluşturan ihanetçi SPD tarafından açık savaş ilânı olarak görülmekteydi. Nitekim KPD, gene SPD’den ayrılmış olan Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi USPD ve metal işçileri ile 5 Ocak – 12 Ocak 1919’da tarihe “Spartakus Ayaklanması” olarak geçen kitlesel eylemle devrim girişimini ve hemen ardından karşıdevrimi engellemek için genel grevi örgütledi. Ancak devrimci kalkışma Friedrich Ebert’in başında bulunduğu ve hükümet olarak görev yapan “Halk Vekilleri Konseyi” tarafından kanlı bir biçimde bastırıldı.
Karşıdevrim Ebert ve diğer SPD’li yöneticilerin Alman militarizminin başındaki klik ve tekelci burjuvazi ile girdikleri sıkı iş birliği sayesinde gerçekleştirilebildi. Ebert neredeyse her dakika Alman ordusunun baş komutanı olan General Groener ile telefonlaşıyor ve gelişmelerden haberdar oluyordu. Ebert, Groener’in hatıratında anlattığı gibi, “Bolşevizmi yok etmeye kararlıydı”. Ebert ve SPD daha Aralık 1918’de “Antibolşevist Liginin” kurulmasına ve katliam çağrılarına kayıtsız kalmıştı. “Antibolşevist Ligi” o günlerde yayınladığı çağrıda “Ana vatan yok olmak üzere. Onu kurtarın! Tehdit dışardan değil, içeriden geliyor: Spartakus Grubundan. Önderlerini döverek öldürün! Liebknecht’i öldürün! O zaman barışa kavuşacak, iş ve ekmeğiniz olacaktır. İmza: Cephe askerleri” yazarak, doğrudan katliam hazırlıkları yaptığını açıklıyordu.
Ebert “Spartakus Ayaklanmasını” bastırması için, daha önceleri 1918 Kasım’ında Kiel’deki İşçi ve Asker Şurası’nı nötrleştirmeyi ve orduya teslim etmeyi başaran (!) SPD’li Gustav Noske’yi görevlendirdi. Noske ise devrimin önderlerini yakalama ve yok etme görevini verdiği Waldemar Pabst’ı “Muhafız Süvari Tümeninin” başına getirerek, daha sonraları Alman faşizminin SS’lerine dönüşecek çeteleri devrimcilerin üzerine sürdü. Yaşamı boyunca Alman ordusu, milliyetçi siyasi örgütler ve silah sanayinde çalışan, 1919 Temmuz’undaki darbe girişimine ve 1920 Mart’ındaki “Kapp Darbesine” katılan Pabst, 15 Ocak 1919’da Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u tutuklatıp, Berlin’deki Eden Otelinde işkenceden geçirttikten sonra katledilmeleri ve bedenlerinin yok edilmesi emrini verdi. Baygın hâlde götürüldüğü kamyonda Teğmen Hermann Souchon tarafından şakağından vurularak katledilen Rosa Luxemburg’un bedeni Landwehr kanalına atılırken, Karl Liebknecht sırtından vurularak öldürüldü.
15 Ocak katliamları tüm Almanya’da infialle karşılandı. Hemen her büyük kentte protesto yürüyüşleri ve mitingler düzenlendi. Noske gerek bu eylemlere gerekse de kurulmuş olan Şura Cumhuriyetlerine karşı ordu birliklerini göndererek, 1919 Mayıs’ına kadar kanlı bir karşılık verdi. Bu süreç içerisinde beş bin devrimci yaşamını kaybetti ve devrimin önde gelen birçok siyasetçisi yargısız infazla katledildi.
Ebert verdiği görevi “layıkıyla” yerine getiren Noske’yi Alman tarihinin ilk sosyal demokrat Savaş Bakanı göreviyle ödüllendirdi. Noske ise, Savaş Bakanı olarak askeri mahkemelerin en üst sorumlusu sıfatıyla göstermelik bir mahkemeye çıkartılan Pabst’ın ceza almadan tahliye edilmesini sağladı. Cinayet işledikleri tespit edilen subaylar ise, cinayetten değil, kasıtsız olarak ölüme sebep vermekten hafif cezalara çarptırıldılar. Pabst ve çetesindeki subaylar daha sonraları saflarını Adolf Hitler’in NSDAP’sinde alırlarken, Noske 1946’ya kadar Hannover’de yaşadı ve Alman faşizminin sosyal demokratlara karşı uyguladığı şiddetten sadece yedi aylık hapis cezasına çarptırılarak muaf tutuldu.
Alman sosyal demokratlarının tescilli ihaneti
SPD’nin katliamdaki sorumluluğu ve burjuvaziye teslim olması, tarihsel süreç içerisinde Alman burjuvazisi için hiç yeterli olmadı. SPD tüm hizmetlerine rağmen sürekli olarak burjuvazinin baskısı altında kaldı ve hep daha fazla taviz vermeye zorlandı. Örneğin 1925 Ekim’inde Münih’te başlayan ve tarihe “Hançer Davası” olarak geçen bir mahkeme duruşmasında SPD yönetimine Birinci Dünya Emperyalist Paylaşım Savaşında “muzaffer Alman ordusunun sırtına hançer saplayarak yenilmesine neden olma” suçlaması yönetilmişti. Aşırı milliyetçi gazetecilerin açtığı davada SPD yönetiminin, devrimcilerin ve Yahudilerin Almanya’nın savaşı kaybetmesine neden oldukları iddia edilmişti. Ancak davada tanık olarak dinlenen General Groener, başta Ebert olmak üzere SPD yönetimi ile sendika yöneticilerinin “devleti koruyan biçimde ordu ile iş birliği içinde olduklarını” ve “vatan haini Spartakus Birliği ile KPD’ye gereken cezayı vermeye yardımcı olduklarını” teyit ederek, SPD’nin davayı kaybetmesini engellemişti.
Aynı şekilde Pabst da Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg’un katledilmesinde SPD’nin, ama bizzat Ebert ve Noske’nin onayı olduğunu 1962’de Der Spiegel dergisine verdiği mülakatta şöyle belirtiyordu: “Eylemi, arka planda Ebert ve ön planda Noske’nin onayı olmadan gerçekleştiremezdim. Aynı şekilde subaylarımı da koruyamazdım. (…) Bir centilmen olarak SPD’nin o zamanki tavrını 50 yıl boyunca iş birliğimiz üzerine tek kelime etmeyerek mükafatlandırdım.” Pabst katliam emrini de şöyle meşrulaştırıyordu: “O zamanlar Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg’un konuşma yaptıkları bir KPD toplantısına katılmıştım. İkisinin de devrimin önderleri oldukları kanaatine varmış ve onları öldürtmeyi kararlaştırmıştım. Hukuk normlarına aykırı davranılması konusunda karar verilmesi gerekiyordu… Onların yok edilmesi kararını kolay vermedim… Hâlen bu kararımın ahlaki ve teolojik açıdan savunulabilir olduğu inancındayım.”
Katiller gerek 1920’de kurulan Weimar Cumhuriyeti’nde gerekse de Alman faşizmi döneminde korundular ve onurlandırıldılar. “Nazizim ile hesaplaştığını” ve “geçmişi ile yüzleştiğini” iddia eden Almanya Federal Cumhuriyeti’nde ise güya “demokratik hukuk devleti” farklı davranmadı. Rosa’yı bizzat katleden Teğmen Souchon katliamdaki rolünü sorgulayan bir belgesel yayınlamak isteyen Süddeutsche Rundfunk yayın evine dava açmış ve mahkeme Souchon’a hak vermişti. Stuttgart Eyalet Mahkemesi ve ardından Yüksek Eyalet Mahkemesi hakimleri altında Noske’nin imzası olan emirnameleri ve dosyaları en ince ayrıntısına kadar incelemesine rağmen, Weimar Cumhuriyeti ve Alman faşizmi döneminde verilen beraat kararlarının “hukuka uygun olduğu” kararını verdiler. Bugün dahi resmi devlet görüşüne ve bunları üstlenen yaygın burjuva basınına göre katliamın sorumluları (!) olarak Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg gösterilmektedir. Alman sermayesinin amiral gemisi sayılan FAZ gazetesi her yıl Ocak ayının ikinci Pazar günü Berlin’de gerçekleştirilen “Luxemburg-Liebknecht-Lenin Yürüyüşüne” atıfla şöyle yazıyordu: “Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht radikal ve isyankar görüşleri ile kaderlerini kendileri yazdılar. Alman işçi hareketini radikal devrimci ve sınıf mücadeleci yaklaşımları ile bölen Luxemburg ve Liebknecht’in öldürülmesinde bir suçlu aranacaksa, o Bolşevizmden başkası değildir.”
Sonuç yerine
Görüldüğü gibi, Alman burjuvazisi ile Türk burjuvazisinin egemenliklerini ellerinde tutmak, tarihsel gerçekleri çarpıtmak, kadim antikomünizmlerini yaygınlaştırmak için kullandıkları yöntemler arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Dünyayı yangın yerine çevirecek, insanlığı yok edebilecek bir nükleer savaş tehlikesini yaşadığımız, yaşamın her alanını militarizmin, özel sermaye birikiminin ve uluslararası tekellerin hizmetine sokulması çabalarının yoğunlaştığı, sömürünün derinleştiği, ekolojik felaketlerin tehdidinin arttığı ve etnik-dinsel çatışmaların körüklenmeye devam edildiği günümüzde, askeri ve ekonomik tüm üstünlüklerine rağmen emperyalist-kapitalist burjuvazi hâlâ Rosa’ları, Karl’leri ve Suphileri korkulu rüyaları olarak görmeye devam etmektedir. Çünkü kapitalizmin tarihin sonu olmadığını, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyanın ancak sosyalizmle mümkün olacağını ve bunun da ancak devrimle kurulacak işçi sınıfı iktidarını gerekli kıldığını söyleyenler komünistlerdir. 15 Ocak 1919 ve 28-29 Ocak 1921 katliamları burjuvazinin siyasi cinayetleridir. Bu cinayetleri aydınlatmak, sorumlularını toplum ve tarih önünde hak ettikleri biçimde tanımlamak ve Rosa ve Karl’dan Suphilere ve katledilen tüm diğer devrimcilere kadar sosyalizm mücadelesinde kaybettiklerimizin anısını yaşatmak, izlerini takip etmek ve sonraki kuşaklara miras bırakmak komünistler için vazgeçilmez bir görevdir, vazgeçilmez bir görev kalacaktır. Burjuvazi bilsin ve korkmaya devam etsin: 1990’da karşıdevrime yenilmiş olabiliriz, ama Rosa’nın dediği gibi “Ve o nedenle bu ‘yenilgiden’ geleceğin zaferi çıkacaktır. Berlin’de düzen hakimmiş. Sizi gidi kör köleler! ‘Düzeniniz’ kum üzerine kuruludur. Yarın devrim tekrar şıngırdayarak yükselecek ve sizi dehşet içinde bırakan trompet sesiyle şunu ilân edecek: vardım, varım, var olacağım!”.