Emperyalist Batının “Küresel Güney” karşısında zayıflayan konumu ve etkileri
Avrupa’daki burjuva medyası Hindistan’da gerçekleştirilen G20 Zirvesinin haberlerini sunarken, Şansölye Scholz’un “büyük başarı” tespitinin altını çiziyor, Hindu milliyetçisi Başbakan Modi’nin büyük sanayi ülkeleriyle eşik ülkelerini ortak sonuç bildirgesini imzalamaya ikna etmesini de kanıt olarak gösteriyordu. Ayrıca 55 Afrika ülkesini, dolayısıyla 1,4 milyar insanı temsil eden Afrika Birliği’nin G20 Zirvesine katılması da bir “başarı faktörü” olarak nitelendirilmekteydi. Ancak Avrupa sermayesinin sesi olan ekonomi sayfalarında ise daha gerçekçi yorumları okumak mümkündü.
Bir kere ekonomi sayfalarının yorumcuları büyük tekel temsilcilerinin değerlendirmelerine atıfta bulunarak, Afrika Birliği’nin G20 Zirvesine katılmasını, “Küresel Güneyin bu platformda da güçlenmesi” olarak nitelendiriyorlar. Bununla birlikte zirvenin dünya çapındaki krizlere yeterli yanıt veremediği ve bu durumun özellikle ABD öncülüğündeki G7 devletlerinin tutumundan kaynaklandığı vurgulanıyor. G20 Zirvesinin sonuç bildirgesinde gerek Ukrayna savaşı bağlamında Rusya’nın adının geçmemesi; gerek dünya nüfusunun beslenmesi noktasında yaşamsal önem taşıyan Tahıl Antlaşmasının yenilenmesi ve gelişmekte olan ülkelerin finansman desteği konusunda somut adım atılmaması; gerekse de nükleer silahların sınırlandırılması ve iklim kriziyle mücadele alanında herhangi bir uzlaşıya varılamamış olması G7 ülkelerinin başarısızlığı olarak değerlendiriliyor.
Sahiden de G20 Zirvesi, bilhassa iklim krizleri ile mücadele konusunda bir nevi iflas ilânı olmasının yanı sıra, küresel güç dengelerinin G7 ülkelerinden BRICS ülkelerine doğru kaymakta olduğunu gösterdi. Yani Singapur’un eski BM Elçisi Mahbubani’nin deyimiyle, “G7 ülkelerinde güneş batarken, BRICS’in güneşi doğuyor”. Nitekim Dünya Ticaret Örgütü WTO Başkanı Okonjo-İweala dahi Batılı ülkeleri kendilerini korumacı siyasetleri ve dünya ticaret sisteminde tek yanlı yaklaşımları nedeniyle eleştirerek, “gelişmekte olan ülkelerin bu alaycı ve riyakâr tutumu kabul etmedikleri” uyarısında bulunu. 1990 yılında BRICS ülkelerinin iki katı gayri safi milli hasılaya sahip olan G7 ülkelerinin bugün BRICS’le neredeyse aynı düzeyde olduklarına dikkat çekerek, Batının 40 ülkenin BRICS’e üye olmak istemesini gözden kaçırmamasını önerdi. O açıdan bu gelişmeyi G20 Zirvesinin siyasi önemi açısından bir gerileme olarak değerlendirebiliriz. Ki ÇHC Başkanı Xi Jinping’in zirveye katılmamış olması da buna işaret etmektedir. Nihâyetinde tüm bunları dünyanın geri kalanının Batı hegemonyasından kurtulma arzusu olarak okuyabiliriz. Belki de son G20 Zirvesinin tek olumlu sinyali buydu.
Jeopolitik güç dengeleri ve zayıflayan Avrupa
Dünya çapında jeopolitik güç dengelerinin değişmekte olduğu artık su götürmez bir gerçektir. Bu değişimin sonucunda Avrupalı emperyalist güçlerin siyasi ve ekonomik açıdan zayıflayacaklarından hareket edebiliriz. Özellikle ihracat yönelimli bir iktisat ve büyüme modeline sıkışmış olan Almanya bu değişimden olumsuz etkilenecektir. Ki bunu iki enstitünün, Kiel Dünya İktisat Araştırma Enstitüsü IfW Kiel ve Avusturya İktisat Araştırma Enstitüsü Wifo’nun raporlarında birbirlerinden bağımsız olarak yaptıkları “Rusya’ya yönelik yaptırımlar ABD’nden ziyade Avrupa Birliği’ne iktisadi zarar verecektir” tespiti teyit etmektedir.
Zaten Almanya’nın bastırmasıyla önce Avrupa Birliği ve buna reaksiyon olarak Rusya tarafından aktif bir biçimde başlayan kopuş, bilhassa dünya piyasalarında ortalama en ucuzu sayılan Rus doğal gazı ve petrolünden feragat Avrupa’daki enflasyonun temel itici gücü olmuştur. Artan üretim masrafları, enerji dönüşümü ve ihracat sorunlarını gerekçe göstererek sendikalar üzerindeki baskıları artıran egemen sınıflar, sendikaları hâlihazırda çekirdek kadrolar için dahi enflasyon oranlarını denkleştirmekten uzak ücret artışları içeren toplu iş sözleşmelerini imzalamalarını sağladılar. Neticede, zaten son yıllarda örgütlülük oranı zayıflayan sendikaların kabul ettikleri sözleşmeler, kamu çalışanları ile hizmet sektörünü de doğrudan etkilediğinden, genel olarak reel ücret kayıplarını daha da artıracak.
Bu gelişmenin yanı sıra başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa Ukrayna savaşı nedeniyle ABD emperyalizminin boyunduruğu altına daha da sokulmakta. Transatlantikçiler bile bu durumun Transatlantik ittifakta bir “asimetri” yarattığını kabul ediyorlar. Bu “asimetrik Transatlantikçilik” özellikle Almanya’yı ABD’nin askeri-jeopolitik bağımlılığı altına sokuyor. Scholz hükümetinin Federal Ordunun silahlanması için oluşturduğu 100 milyar Euro’luk özel silahlanma fonunun yarısının ABD’nden F35 savaş uçakları ile nakliyat helikopterlerinin alınmasına harcanacak olması, bunun bir örneğidir.
Aynı şekilde ABD’nden son derece pahalı kaya gazı ithalatı ve ABD müttefikleri olan Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Suudi Arabistan’dan yapılan enerji taşıyıcısı alımları Almanya’yı enerji politikaları alanında da ABD’ne bağımlı kılıyor. Dahası ABD’nin ÇHC’ne yönelik iktisat savaşının beklenildiği gibi derinleşmesi Alman ihracatını ABD iç pazarına mahkûm edecek. Bununla birlikte, ki bunu bizzat sermaye kesimlerinden duymak olanaklı, Almanya ve Avrupa’nın Rusya ve ÇHC’nden kopuşları “yaşlı kıtadaki” enflasyon oranlarının artmasına ve kitlesel işsizliğe yol açacak. Almanya’daki farklı sermaye fraksiyonlarının içeride Scholz hükümetinin Yeşil kanadı ve Avrupa Birliği içinde de Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden geliştirilen ABD baskısına daha ne kadar dayanabilecekleri ise belli değil.
“Stratejik otonominin” gedikleri ve savaş tehlikesi
“Asimetrik Transatlantikçiliğin” bir diğer etkisi de Avrupa Birliği’nin – özellikle 2016’da Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinden sonra – geliştirmek istediği “stratejik otonomide” şimdiden büyük gedikler açmış olmasıdır. Açılan gedikler Avrupa Birliği’ni siyaseten zayıflatmaktadır. Bugüne kadar atılan ortak AB orduları veya stratejik askeri iş birliği planları gibi adımlar ABD’ne olan askeri, iktisadi ve enerji bağımlılığı tarafından boşa çıkartılmaktadır. Birlik içerisinde merkez-kaç kuvvetlerinin Doğu Avrupa’daki üye ülkeleri daha hızlı biçimde etkiliyor olması ve Avrupa Birliği’nin askeri-politik kohezyonunun (topaklaşmasının) NATO hakimiyeti altında gerçekleşmesi ABD’nin Avrupa üzerindeki gücünü artırmaktadır. Hâlihazırda bir nevi bloklar arası ihtilaf oluşmuştur ve doğrudan Almanya’nın sanayi temelini ve dolayısıyla bu temel üzerine kurulu olan kırılgan sınıf uzlaşısını tehdit etmektedir.
ABD, ÇHC’nin uluslararası ihtilaflara karışmama çabalarına rağmen hem ÇHC’ni Rusya’nın yanında taraf olmaya itelemekte hem de Tayvan sorununu deşerek Güney Çin Denizi’ndeki gerilimleri artırmaya çalışmaktadır. ABD Hint-Pasifik Stratejisinin özü budur. Diğer taraftan ise Ukrayna savaşı uluslararasılaşma tehlikesini taşımaktadır. Örneğin Almanya’nın (sadece 2023’te 5,4 milyar Euro olan) silah yardımları Federal Parlamento Bilim Hizmetleri Kurulu tarafından “savaşa aktif katılım sınırına çok yaklaştığını” ve “tehlikeli bir gri alan olduğunu” tespit etmiştir. “Savaşa aktif katılım sınırının”, yanlışlıkla olsa dahi, aşılması veya NATO’nun savaşa dahil olması gerektiği yönündeki taleplerin Batılı hükümetlerce kabul görmesinin nelere yol açabileceği sermaye kesimlerince de bir tehdit durumu olarak algılanmaktadır.
Ukrayna savaşının yıllar süren ve bölgesel kalan bir yıpratıcı savaş olarak devam etmesinde dahi, hâlihazırda oluşmuş olan çok kutupluluğun iki kutuplu bir bloklaşmaya dönüşebileceği gerçeği FAZ gazetesinin ekonomi sayfalarında bile ifade edilmektedir. Gerçi Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerin blok dışı kalmaya çalışacaklarından söz edilmektedir, ancak her halükârda iki kutuplu bloklaşmanın tün dünya ülkeleri üzerinde taraf seçme baskısını artıracağı şimdiden öngörülmektedir. Almanya’daki sermaye fraksiyonları arasında ihracat yönelimli olanlar bu gelişmeden kaygı duyduklarını açıkça ifade etmektedirler.
Ama sahiden böylesi bir bloklaşmanın söz konusu olduğu bir düşünelim. İki kutupluluğun boyutları nasıl olacaktır? Bu durumda şöylesi olasılıklardan hareket edebiliriz düşüncesindeyiz: Bir tarafta ABD diğer tarafta da ÇHC ve Rusya öncülüğünde iki karşıt ekonomik-siyasi-askeri ittifakların pekişmesi ilk olasılıktır. İkincisi, bununla bağlantılı olarak uluslararası iş bölümünün yüksek teknoloji rakipleri ABD ve ÇHC eksenindeki hiyerarşiler çerçevesinde iki kutuplu tedarik zincirlerinin oluşmasıdır. Üçüncüsü, hâlihazırda ABD’nde görüldüğü gibi, sanayi politikalarının stratejik bir ulusal koruma altına alınması ve dördüncüsü, bu çerçevede belirli bölgelerde doların hakimiyeti altındaki mali mimariler güçlenirken, diğer coğrafyalarda dünya para birimi olarak dolardan kopulması söz konusudur – ki, BRICS ülkeleri ve müttefikleri arasında çoktan dolardan bağımsız ticaret gerçekleştirilmektedir. Beşincisi de yeni Soğuk Savaşın ifadesi olan ideolojik iki kutupluluğun güçlenmesidir.
Dünya çapındaki bir savaş tehlikesini asıl artıracak olan ise altıncı olasılıktır: Oluşan yeni bloklar arası ihtilaf karşıt ekonomik-siyasi-askeri ittifakların kıyısında veya etki alanlarında, uluslararasılaşma potansiyelini her defasında taşıyan vekalet savaşları ve bölgesel çatışmaları artıracaktır. Muhtemelen böylesi savaşlara ve çatışmalara kısa süre içerisinde tanık olacağız. Çünkü sürmekte olan Ukrayna savaşı çerçevesinde gübre, tohum ve tahıl üretimi için gerekli olan tedarik zincirlerinin kopması, tarım fiyatlarında 2023 sonuna doğru beklenen rekor fiyat artışları ile birleşerek yoksul coğrafyalarda gıda ve açlık krizlerine yol açacak ve sonucunda farklı devletlerde darbelere, iç savaşlara ve dağılım çatışmalarına neden olacaktır.
Nitekim Batı ve Merkez Afrika’daki darbeler ve iç savaşlar bu tespitimizi teyit etmektedirler. Mali, Gine, Burkina Faso ve Nijer’in ardından zengin petrol kaynaklarına sahip olan Gabon’da da bir askeri darbe gerçekleşmiştir. Bu ülkelerde iktidara el koyan güçler açık sömürgecilik karşıtı ve Batılı güçleri eleştiren, ama başta Rusya olmak üzere BRICS ülkelerine sempatiyle yaklaşan bir söylem kullanmaktadırlar. Kısacası Siyah Kıta kaynamaya değil fokurdamaya başlamıştır. Bu nedenle Avrupa’daki burjuva medyasında alarm zilleri çalınmakta, hükümetlerine “ivedi askeri müdahalelerle istikrarı sağlamalısınız” çağrıları yapılmaktadır. Afrika’daki gelişmeler şüphesiz yeni kitlesel göç hareketlerine neden olacak ve artan göç ve mülteci baskısı Avrupa’da ırkçı-faşist hareketlerin güçlenmesine yol açacaktır. Benzer bir etki zincirini artık kaçınılmaz olan iklim felaketinin bölgesel sonuçlarında da görmek olanaklı olacaktır. Nihâyetinde sürekli olarak silahlanma bütçelerinin artırılmasını gerektiren yeni bloklar arası ihtilafın ilk kurbanı, tüm dünyayı ilgilendiren ve bütün ülkelerin iş birliğini gerektiren iklim felaketleri ile mücadele olacaktır.
Vatan cephelerinde…
Sonuç itibarıyla verili savaşlar, bloklar arası ihtilafın derinleşmesi ve artan emperyalist saldırganlık öncelikle Avrupa ülkelerindeki toplumsal iklimi olumsuz etkilemeye adaydır. Bloklaşma ve bloklar arası artan gerilimler zorunlu olarak burjuva demokrasilerini, sosyal devlet anlayışını ve temel burjuva hak ve özgürlükleri olağanüstü baskı altına alacak ve gerek Avrupa Birliği nezdinde gerekse de tek-tek ülkelerde yürütme gücü ve karar alma mekanizmalarının merkezileşmesine yol açacaktır. Parlamentolar ve burjuva demokratik kurumları “zorunluluk siyasetinin” ve toplumsal solu aşırı sağ ile aynı kefeye koyan “Totalitarizm Doktrininin” hegemonyası altında daha da işlevsizleştirileceklerdir. Avrupa reformist solu ile sendikal hareketlerin içinde bulundukları kriz ve giderek güçlenen ırkçı-faşist formasyonlar yürütme gücünün merkezileştirilmesine, ulusal parlamentoların işlevsizleştirilmesine ve kamuoyu görüşünün manipülasyonuna karşı toplumsal direnişin örülmesini zorlaştırmaktadır.
Almanya özelinde şimdiden böylesi bir gelişmeyi gözlemlemek olanaklıdır. Sermaye ve tekeller yanlısı siyasetin dizginsizleştirildiği, militarizmin yaşamın her alanına sızdırıldığı, demokratik ve sosyal hakların en asgari düzeye kadar törpülendiği, her türlü itirazın anında kriminalize edildiği ve savaşın körüklendiği böylesi bir dönemin belirleyici aktörleri neoliberal cephenin öncüsü konumundaki sosyal demokrasi ve Yeşillerdir. Özellikle Transatlantikçi Yeşiller artık öylesine bir dönüşüm gerçekleştirmişlerdir ki, kendi özgün siyaset alanları olan iklim korunması politikalarında bile muhafazakârların gerisine düşmüşlerdir. Dahası bizzat Yeşiller yönetimi mülteci politikasında popülist sağın ırkçı taleplerini üstlenerek, mültecilerin daha hızlı bir biçimde yurt dışı edilmelerini istemektedir. Ve işin tuhafı da CDU/CSU Federal Parlamento Grubu Yeşilleri iklim koruma politikasında “gerici” olmakla suçlayabilmektedir.
Ancak Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi, Almanya’da da artan pahalılık, reel gelir kayıpları, kitlesel yoksulluk, sosyal altyapının erozyonu, perspektifsizlik ve güvencesizlik akut savaş korkuları ve enerji kriziyle birleşerek, egemen siyasetin toplumsal rıza üretimini aksatmaktadır. Toplumsal rıza üretiminin aksaması ise, hiddetin en zayıf olanlara yönlendirilip, karşı çıkışların sisteme zarar vermeyecek şekilde ırkçı-faşist hareketlere kanalize edilmesi sonucu herhangi bir toplumsal direnişe dönüşememektedir. Bu olumsuz gelişmenin bir diğer temel nedeni artık kullanım değeri neredeyse kalmamış olan reformist Alman solunun varoluş krizi ve buna karşı radikal solun etkin olamamasıdır.
Diğer taraftan bu gelişme, emperyalist Batının işbirlikçisi olan ülkelerdeki otoriter, faşizan ve diktatoryal rejimleri rahatlatmaktadır. Çünkü eli zayıflayan Batı kendi ajandalarını takip eden işbirlikçi rejimlere daha fazla destek çıkmak, belirli görevleri üstlendirmek ve daha fazla taviz vermek zorunda kalmaktadır. Sonuç itibarıyla emperyalist-kapitalist dünya düzeni dünya çapındaki ezilen ve sömürülen sınıflar açısından bir cehenneme dönüşmektedir. Barbarlık çağının kapısı açılmıştır, ama her şeye rağmen içinde kurtuluşun ve emperyalizmin gerçek stratejik yenilgisinin potansiyellerini de taşımaktadır. Ancak bu, başka bir yazının konusudur.