»Yeni devlet« değil, restorasyon ve süreklilik
Avrupa’daki örnekler ışığında »Yeni Türkiye« tartışmalarına bir müdahale
Bu makale Politika Gazetesi’nin 45. sayısında yayımlanmıştır.
»Türkleri, oradaki farklı toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiler farklı ırklar arasındakiler gibi karmakarışık olduklarından, Türkiye’deki egemen sınıf olarak tanımlayabilmemiz çok zor. Türk, duruma ve yere göre işçi, köylü, kesnekçi, ticaret adamı, feodalizmin en aşağı ve en barbar devrindeki bir feodal toprak sahibi, sivil memur veya asker olabilir; ama hangi sosyal konumda olursa olsun, o, ayrıcalıklı dine ve ulusa aittir – sadece o silah taşıma hakkına sahiptir ve en yüksek mevkide olan bir Hıristiyan, en alt sınıftan bir Müslüman ile karşılaştığında ona yol vermek zorundadır. Bosna ve Hersek’te halk kitleleri Rajah, yani Hıristiyan kalırlarken, Slav aristokratları İslam’ı kabul ettiler. Demek ki bu vilayette, aynı Müslüman Boşnak’ın Türk asıllı Müslüman din kardeşiyle eşit basamakta olması gibi, egemen inanç ve egemen sınıf özdeştir.«
Karl Marx ve Friedrich Engels, 23-28 Mart 1853, New York Daily Tribun
Marx ve Engels’in tarihsel süreçleri ve tarihsel koşulları duygusallıktan ve soyut formüllerden uzak, somut maddî güç ilişkilerini ve nesnel gelişmeyi temel alarak analiz masasına yatırma metodu, hiç kuşku yok ki, günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Tarihsel süreçleri ve güncel somut gelişmeleri, geleceğin şekillendirilmesi ve güncel sorunların çözümüne yönelik bir programın geliştirilebilmesi için bu metotla ele almak, olası yanılgıları ve bu süreçlerin gerçeğe uymayan tahlili üzerinden yanlış bir siyasî programı ortaya koyma riskini en aza indirgeyecektir. Çünkü gerçeğe uymayan öznel bir tarih okuması, yapılmak istenilen tahlili yanlışa, güncel olanı açıklamayı ise soyut formüllere dayandırmaya yönlendirir. Bu nedenle Komünistler, Marx ve Engels’in metotlarına Leninci kararlılıkla sadık kalmakla yükümlüdürler.
Böylesine bir girizgâhla başlamamızın sebebi, hem müdahil olmak istediğimiz tartışmada yanlış anlamalara meydan vermemek, hem de tartışma konusunu tarihsel maddecilik temeline oturtmak isteyişimizdir. Konu bellidir: liberal, sol-liberal ve kimi sosyalist kesim, Türkiye’de bir »yeni devlet« kurulduğunu ve inşası tamamlanan »İslamî faşizme« karşı »1923 Cumhuriyetini, laikliği, parlamenter demokrasiyi savunmak gerektiğini« iddia etmektedir. Bolca yanlış ön kabulü, soyut formülleri ve kimi doğruları içeren bu iddialar, açık faşist diktatörlüğe varması pek muhtemel güncel sürece yanıt verememekte ve bu bağlamda kısa ve orta vadeli mücadele biçimlerinin nasıl olması gerektiğini yeterince açıklayamamaktadır. Eleştirimizi somutlamak için, Tarık Ziya Ekinci’nin geçenlerde yayınlanan ve bu iddialara genel anlamda tercüman olan »AK Parti’nin ‘Yeni Türkiye’si kapitalizm öncesi devlet projesidir« başlıklı makalesini irdelememiz gerekmektedir.
Sosyolojik tabanı olmayan »eski devlet« ve kapitalizm öncesi ideolojiye dayanan »yeni devlet«?
Ekinci, 1923’de kurulan Kemalist rejimin 16 Nisan 2017 referandumu sonrasında »ustaca tasfiye edildiği« ve »Yerine Sayın Erdoğan’ın riyasetinde ve Sünni İslam ekseninde yeni bir rejimin (…) evrimci bir yöntemle« kurulmakta olduğu tespitini yapıyor, »yeni rejimin« dayanağının da »kapitalizm öncesi ideoloji« olduğunu vurguluyor. Kemalist rejimin sahiden »demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti« olduğu ön kabulünden hareketle, »Yeni Türkiye devletinin kalmaya devam edemeyeceğini« iddia eden Ekinci, hem Kemalist laikliği gerçek »sekülarizm« ile karıştırıyor, hem de »Türkiye Cumhuriyeti devletinin (…) sınıf tabanı olmayan, üstten kurulan« bir devlet olduğundan hareket ediyor. Dahası, burjuvazinin »hiç bir zaman devlete egemen bir sınıf olmadığını, (…) asker-sivil bürokratik iktidar bloğuna bağımlı bir sınıf olarak varlığını sürdürdüğünü, bugünkü büyük burjuvazi[nin] (TÜSİAD) bile sınıf iktidarını kurmak ve devlete yön vermek gibi bir işlevinin olduğunu kabul etmek istemediğini« ileri sürerek, tarihsel kapitalist gelişme sürecini yadsıyor. Buradan hareketle burjuvaziye »sınıfsal körlük« suçlamasında bulunan Ekinci, liberal küçük burjuvaların tekelci burjuvaziden hayal kırıklığına uğramalarını şu cümlelerle ifade ediyor: »Burjuvazinin sınıf çıkarlarıyla örtüşmesine karşın, Kürt sorununun çözümünü ve toplumsal barışın sağlanması, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve gerçek bir hukuk devletinin kurulması için mücadele etmekte çekingen davranması da sınıfsal varlığının inkârıdır. Keza sınıf çıkarlarına ters düşmesine karşın OHAL rejiminin süreklilik kazanmasına ilgisiz kalması kabul edilemez bir zaaftır. (…) Sonuç olarak Kemalist Cumhuriyetin bir burjuva devleti olduğunu söylemek gerçekçi değildir.« (A.b.ç.)
Ekinci, »Yeni Türkiye’nin ideolojisi ve sınıfsal dayanaklarını« kendince açıklamadan önce AKP’ye şöyle övgü düzüyor: »AK Parti, iktidara geldiği 2002 tarihinden başlayarak etkin ve tutarlı bir mücadele başlattı. İlk beş yıl boyunca demokratik hak ve özgürlükleri genişletme ve hukuk devletini güçlendirme yönündeki politikalar sayesinde içte ve dışta büyük itibar kazandı. Ordunun radikal unsurlarına karşı başlattığı Ergenekon ve Balyoz davalarında kamuoyundan destek gördü. Önemli tasfiyeler yapıldı. Daha sonra yenilgiyle sonuçlanan 15 Temmuz Fetocu hain ve caniyane kalkışma hareketini yapanların tutuklanarak tasfiye edilmeleriyle de Ordu önce Kemalist unsurlardan, sonra da Yeni Türkiye projesinin karşıtlarından tamamen arındı.« Ekinci, kimi sosyalist kesim arasında da yaygın olan bu – bizce son derece yanlış – okumadan sonra ise, »temel ideolojisi din« olan ve bu ideolojisinin »kapitalizm öncesi kurumları canlandırmaya çalışan AK Parti’nin Parti-Devleti projesiyle uyumlu olduğunu« belirterek, »toplumda kültürel ve ideolojik hegemonya kurabilen tek parti« AKP’nin sınıfsal dayanağını soyut bir »toplumun büyük çoğunluğuna« indirgemektedir. Burjuvaziden umudunu kesen Ekinci’nin hakkını gene de teslim etmek lazım. Yazısının sonunda »işçi sınıfı siyasal partileri, sendikalar ve emek örgütleri başta olmak üzere, demokratik Kürt özgürlük hareketi, Aleviler ve dışlanan diğer farklı toplumsal grupların ortak bir siyasi hareketi oluşturulduğu takdirde Türkiye’nin tarih dışı maceralara sürüklenmesini engellemek mümkündür« diyerek, parlamenter sistemin yeniden tesis edilmesinde işçi sınıfına ve müttefiklerine düşen rolü kabullenmektedir.
Ekinci’nin Kemalist rejim ile ilgili değerlendirmeleri kimi sol ve sosyalist kesim arasında da savunulmaktadır. İşin aslı, gerek Kemalist rejime, gerekse de Kürt halkının Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana verdiği özgürlük mücadelesine yönelik tarih okumaları, Kemalist burjuvazinin ilk siyasî cinayeti olan Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinden sonra genç TKP’nin başına çöreklenen Şefik Hüsnü Deymer kliğinin pozivitist Marksizm anlayışına ve Kemalist tarafgirliklerine dayanmaktadır. Deymer kliğinin, Komintern’in milliyetler sorunundaki net tutumunu kabul etmesine rağmen, dönemin Kürt isyanlarını »İngiliz emperyalizminin emrindeki karanlık gericilik« olarak tanımlaması, hem Kemalist burjuvazinin efsanelerini meşrulaştırmaya yaramıştır, hem de bugüne dek sürecek şekilde Türkiye sosyalist ve komünist hareketindeki yanlış ön kabulleri temellendirmiştir.
Yanlış ön kabullerin belki de en önemlisi »kapitalizm eşittir burjuva demokrasisi« anlayışıdır, ki bu anlayış Türkiye’deki kapitalist gelişme sürecini tarihsel koşullarından koparıp, 1923’den başlatarak yapılan okumalara yol açmaktadır. Okuma böyle yapılınca da, Türkiye Cumhuriyeti’nin salt »üstten kurulan ve sınıf tabanı olmayan bir devlet olduğu« sonucuna varılmakta, »demokrasinin, burjuvazinin sınıf çıkarlarıyla örtüştüğü« iddiası ileri sürülebilmektedir. Aslına bakılırsa bu yaklaşım »demokrasinin olmadığı yerde kapitalizm olmaz« biçimindeki liberal savın tekrarından başka bir şey değildir.
Halbuki burjuva demokrasisi-kapitalizm ilişkisi yapısal değil, konjonktüreldir. Burjuva demokrasilerinin belirli bir çerçevede işliyor olmalarının temel nedeni sınıf mücadeleleridir. Yani hem işçi sınıfının verdiği sınıf savaşımı, hem farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmalar, hem de burjuvazinin alt sınıflar üzerinde hegemonya kurma mücadelesi burjuva demokrasilerinin işlerliğini ve seviyesini belirlemektedir. Nihâyetinde gerek burjuvazinin sınıf tahakkümünün aracı olan kapitalist devlet iktidarını koruyacak, gerekse de paylaşım savaşlarında cepheye sürülecek olanlar alt sınıflardır.
Bununla birlikte burjuvazinin sınıf çıkarlarının, özellikle Türkiye tekelci burjuvazisinin çıkarlarının mutlak biçimde »demokrasi, hak ve özgürlükler, Kürt sorununun çözümü veya hukuk devleti« ile örtüşmekte olduğu da söz konusu değildir. Esas olan egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin devamlılığının güvence altına alınmasıdır, ki bunun için mutlaka demokrasi gerekli değildir. Burjuvazi tarihte çıkarlarını korumak için demokrasiyi rafa kaldırabileceğini, otokratik hatta faşist diktatörlükle iktidarını sürdürmekten çekinmeyeceğini sayısız kez kanıtlamıştır.
Kapitalist gelişme süreci statik değildir, her yerde aynı çizgiyi ve aşamaları izlemez, farklılıklar gösterir. Tarihsel koşullar, maddî şartlar, somut güç ilişkileri, sınıf mücadeleleri, milliyetler arası çelişkiler, dünya çapındaki konjonktürel durum vs. her ülkedeki kapitalist gelişme sürecini farklı biçimlerde etkilemiş ve tetiklemiştir. Türkiye’deki kapitalist gelişme süreci de, 1923’den önce başladığı gibi, bu şekilde etkilenip, tetiklenerek günümüze ulaşmıştır. O açıdan, »Kemalist Cumhuriyet burjuva devleti değildir« veya »sınıf tabanı yoktur« söylemi, soyut bir laf salatasından ibarettir.
»Yeni devlet« denilen, 12 Eylül’ün tarihsel mirasçısıdır
Yanlış ön kabuller ve soyut formüller aynı şekilde askerî ve sivil devlet bürokrasisi hakkındaki değerlendirmeler için de geçerlidir. Gerek liberaller, gerekse de – Kemalizm ve liberalizm kıskacında olan – kimi sosyalistler, devlet bürokrasisini sınıfsal içeriğinden koparıp, »sınıflar üstü« bir konuma yerleştirmektedirler. Böylelikle askerî ve sivil bürokrasinin, kapitalist devletin zor kullanma ve baskı aracı olduğu gerçeği gözden kaçırılmakta, burjuvazinin sınıf tahakkümüne yarayan hegemonik söylem yeniden üretilmektedir. Cumhuriyet dönemindeki askerî darbelerin her defasında yürürlükteki kapitalist birikim sürecinin devamlılığını veya burjuvazi lehine değişimini sağlamak için gerçekleştirildikleri göz ardı edilerek, orduya ya »laikliğin ve modernliğin güvencesi«, ya »bağımsızlığın koruyucusu«, ya da »askerî vesayet sahipleri« biçiminde sıfatlar yakıştırılmaktadır.
Tekrar anımsatmakta yarar var: 12 Eylül 1980 darbesi, dönemin egemen sınıflar aleyhine gelişen güç dengelerinin burjuvazinin lehine değiştirilmesi, 24 Ocak kararlarıyla uygulamaya sokulmak istenilen yapısal dönüşüme yönelik toplumsal ve sınıfsal direncin kırılması ve neoliberal kapitalist birikim rejiminin sağlam temellere oturtulması amacıyla gerçekleştirilmişti. 12 Eylül burjuvaziye veya »demokrasiye« karşı değil, aksine tekelci burjuvazi ile emperyalizmin çıkarlarını korumak adına gerçekleştirilen bir darbedir. Kaldı ki, devrimci direnişi kırmak, neoliberal rejime toplumsal rıza kazandırmak ve devletin siyasî-ideolojik temellerini dönüştürmek için siyasal İslam’ın yolunu açan bizzat »Kemalist ve laik« Evren Cuntası olmuştu.
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan yeni süreç ise, Ekinci’nin iddia ettiği gibi, »demokratik hak ve özgürlükleri genişleten« politikaları uygulamak için değil, dar gelen ve 1990 sonrası değişen emperyalist stratejilere uymayan »eski elbiseyi« yenileme ve neoliberal birikim rejiminin içine düştüğü (ve hâlen derinleşerek devam eden) çoklu kriz ortamından kurtarma çabasının bir sonucudur. Aslına bakılırsa AKP 12 Eylül’ün tarihsel mirasçısı, kapitalist sömürünün toplumsal-siyasî aktörü olarak neoliberal dönüşümün en hararetli savunucusu ve bu nedenle de, başta tekelci burjuvazi olmak üzere, farklı sermaye fraksiyonlarının en önemli siyasî temsilcisidir. AKP’nin, dolayısıyla siyasal İslam’ın dayandığı bu sınıfsal tabanı bir yana bırakıp, sadece gerici içeriğini öne çıkarmak, tüm bu bahsettiğimiz yanlış ön kabullerin ve soyut formüllere dayanan analizlerin aciz bir sonucudur.
AKP elbette gerici bir partidir, siyasal İslam’ın farklı akımlarının oluşturduğu bir koalisyon olarak kurulan, ama bugün kurucu öğelerinin önemli bir kısmını tasfiye etmiş muhafazakâr-sağ popülist bir formasyondur. Türkiye sağının diğer partileri gibi programı, 12 Eylül’le yerleştirilen »Türk-İslam-Sentezi« adlı devlet ideolojisine dayanmaktadır. AKP bu ideolojiyi, Sünni-muhafazakâr toplum çoğunluğunu yanında tutmak için araçsallaştırmaktadır. Aynı, laiklik karşıtı söylemi bir hegemonya aracı hâline getirmiş olması gibi.
Aslına bakılırsa AKP, Türkiye’deki egemen bloğun her zaman hegemonya aracı olarak kullandığı laiklik ilkesini tersinden kullanmaya çalışmaktadır. Kemalist laiklik, başından itibaren tüm aydınlanma vaatlerine ve gerçekleştirdiği aydınlanma adımlarına rağmen seküler bir devlet oluşturmamış, laiklik kisvesi altında ve bilhassa Diyanet aracılığı ile kurulan resmî devlet dinini, yani İslam’ın Sünni yorumunu kapitalist sömürüyü ve birikim rejimlerini meşrulaştırmak, işçi sınıfının mücadelesini ve toplumsal direnç mekanizmalarını kırmak için kullanmıştır. Diyanetin kurumsal yapısı ve ülke çapında Cuma vaazlarına dek camilerin tek merkezden, yani Millî Güvenlik Kurulu’nca yönlendirilmesi, Kemalist laikliğin devlet ve din işlerini birbirinden ayırmadığını, aksine devlet kurumları üzerinden tek doğru olduğu iddia edilen bir resmî devlet dinini kurguladığını kanıtlamaktadır. AKP ise laiklik karşıtı söylem ve uygulamalarıyla kurulu olan yapıyı kırmamakta, tam tersine resmî devlet dininin yenilenen içeriğini benimsetmek ve egemenliği perçinlemek için kullanmaktadır. Açıkçası söz konusu olan, AKP-Saray-Rejiminin İslam’ın, kendisinden başka doğruya ve inançlara tahammül göstermeyen, sermaye birikimini ve kapitalist sömürüye dayanan bir iktisat anlayışı ile sadaka rejiminden başka bir şey olmayan sosyal politikaları kutsalı hâline getirmiş, Sünnilik-Selefîlik karışımındaki bir versiyonunu günümüz Türkiye’sinin resmî devlet dini hâline getirmeye çalışmaktadır. Böylesi bir resmî devlet dininin en önemli özelliği, Sünni-muhafazakâr toplum çoğunluğunun hurafeli din anlayışıyla örtüşmesi ve aynı zamanda Kemalist laikliğin enstrümanları üzerinden her an iktidar müdahalesine açık olmasıdır.
AKP-Saray-Rejimi ve etrafında mevzilenmiş olan siyasal İslam gericiliği, laiklik karşıtı söylemler ve uygulamalar ile resmî devlet dininin kökleşmesine çalışmaktadırlar. »Türk-İslam Sentezi«, neoliberal uygulamalar, yaşamın her alanına nüfuz eden muhafazakârlık/gericilik, tarih rövanşizmi, militarizm, emperyalizm ile işbirliği ve ilhakçı-yayılmacı emeller bu resmî devlet dini ile tam örtüşmektedirler. Zaten bu nedenle, sermaye birikimi önündeki her türlü engeli kaldırmayı hedefleyen bu otoriter din anlayışı ile tekelci burjuvazinin hiç bir çelişkisi bulunmamaktadır. Kemalist laiklik resmî devlet dinini aydınlanma öğeleri ile bezeleyerek kurmuşken, AKP-Saray-Rejimi kendi resmî devlet dinini aydınlanma öğelerini dışlayarak daha gerici ve daha otoriter bir dogma olarak kurgulamaktadır.
Ancak bu gerçek, AKP gericiliğinin kurguladığı resmî devlet dininin AKP-Saray-Rejiminin »temel ideolojisi« olduğu yanlışına düşürmemelidir. Siyasal İslam nasıl dünya çapında kapitalist sömürünün toplumsal-siyasî aktörü olduysa, siyasal formasyon olarak AKP de bir burjuva partisidir ve temel ideolojisi burjuva ideolojisidir. »Tek adam« yönetiminde olması, gericiliği, ırkçı-milliyetçi uygulamaları ve muhafazakâr-sağ popülist söylemi, tam da AKP’nin burjuva partisi olmasına dayanmaktadır. AKP gericiliğinin resmî devlet dini, değişen koşulların ve emperyalist stratejilerin bir gereği ve tekelci burjuvazinin hegemonya aracıdır. Yani, günümüzde de »egemen inanç ve egemen sınıf özdeştir«. Bu açıdan AKP gericiliğinin laiklik karşıtı söylem ve uygulamalarına karşı salt Kemalist laikliğin çıkartılması, gerçek anlamda laikliği veya sekülarizmi değil, otoriter bir resmî dini, daha otoriter olanı karşısında savunmak anlamına gelmektedir.
Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin zorunluluğu olarak otoritarizm
AKP-Saray-Rejimi bugüne kadarki tüm uygulamalarıyla »yeni devlet« değil, 12 Eylül darbesiyle başlatılan köklü neoliberal dönüşümün restorasyonunu ve sürekliliğini hedeflemektedir. AKP ne Ekinci’nin iddia ettiği gibi, »başlarda demokratik hak ve özgürlükleri genişletmeyi« gerçekleştirmiş, ne de »kapitalizm öncesi bir ideolojiye« dayanmaktadır. AKP-Saray-Rejiminin anayasal çerçeve kazandırdığı despotik başkanlık sistemi de, kurduğu OHAL ve uyguladığı KHK’lar da kapitalist devlete egemen olan tekelci burjuvazi ve diğer sermaye fraksiyonlarının sınıf çıkarlarını kollamaya yaramaktadır. İşçi sınıfının mücadele olanaklarını baltalayan OHAL ve KHK’lara burjuvazinin karşı çıkması, sınıfsal varlığının asıl inkârı olur ve eşyanın tabiatına aykırıdır.
AKP-Saray-Rejiminin daha da otoriterleşmesi, hatta açık faşist diktatörlük olasılığını yadsımıyor oluşu, güçlü ve mutlak hegemonya kurmuş olmasından değil, ülkenin ve bölgenin girdabından kurtulamadığı çoklu kriz ortamının bunu zorlamasından dolayıdır. Aslına bakılırsa neoliberalizmin tılsımını çoktan kaybettiği günümüzün dünya çapındaki çoklu kriz ortamları, her yerde otoritarizmi emperyalist-kapitalist dünya düzeninin bir zorunluluğu olarak gündeme oturtmaktadır. Türkiye’deki güncel gelişme bu nedenle emperyalist-kapitalist dünya düzeninin genel durumuyla sıkı sıkıya bağlantılıdır.
Benzer bir tandansa, görece gelişmiş burjuva demokrasileriyle yönetilen Avrupa’da da rastlamak olanaklıdır. Gerek AB’nin ulus devlet üstü bir yapı olarak üye devletlerin ulusal parlamentolarını, koruyucu yasalarını ve mücadelelerle kazanılmış sosyal ve demokratik haklarını işlevsizleştirmesi, gerek Avrupa çapında ırkçı ve sağ popülist formasyonların baskısıyla temel hak ve özgürlüklerin budanması, gerekse de kimi AB ülkesinde burjuva demokrasilerinin içi boşaltılarak, Türkiyevari »demokratörlüklere« dönüştürülmesi bu gelişmenin sonuçlarıdır.
Burada Polonya ve Macaristan örneklerini öne çıkarabiliriz. Polonya’daki milliyetçi-muhafazakâr ve aynı zamanda aşırı dinci PiS-Hükümeti, aynı AKP gibi yasama, yürütme ve yargıyı tek merkezde toplayarak kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldıran bir anayasa değişikliği peşinde. Katolik gericisi ve aşırı Leh milliyetçisi Jaroslaw Kaczynski’nin liderliği yaptığı PiS, bu hedefine ulaşmak için AKP’ninkinden hiç farklı olmayan yöntemlere başvurmaktadır. Doğanın metalaştırılması, kamuya ait varlıkların özelleştirilmesi, »kentsel dönüşüm« adı altında kentlerin yerleşik sosyal dokusunun değiştirilerek rant uğruna yoksul kesimlerin kent merkezlerinden uzaklaştırılması, muhafazakâr-dinci yaşam tarzının topluma dayatılması, popülist sadaka ve yardım mekanizmalarına başvurulması, ilk ve orta öğrenim ile üniversitelerde evrim teorisinin reddedilmesi başta olmak üzere bilim dışı teolojik söylemin müfredatın temeli hâline getirilmesi, nükleer enerji ve ekolojik tahribata yol açan üretim biçimlerinin öncelenmesi, iç ve dış düşman resimlerinin yaratılması vs. gibi tüm adımlar Türkiye’dekilerden hiç bir farklılık göstermemektedirler. PiS de, aynı AKP gibi, stratejik ortaklarına karşı çatışmalı bir dil kullanmakta, NATO saldırganlığını dış politikasının taşıyıcısı hâline getirmektedir.
Macaristan’daki ırkçı-milliyetçi Viktor Urban hükümeti de benzer uygulamalarla dikkat çekmektedir. Yönetimin otoriterleşme seviyesi Polonya ve Türkiye ile aynı seviyede olmasa da, genel gidişatta pek büyük farklılıklar bulunmamaktadır. Macaristan’da da okullarda »yurtsever ve askerî eğitim« adı altında müfredat gericileşmekte, Yüksek Öğrenim Yasası değiştirilerek »yabancı devlet ve örgütlerin yıkıcı faaliyetlerini engelleme« gerekçesiyle üniversitedeki bilim özerkliği yok edilmeye çalışılmakta, geleneksel emeklilik sigortası ve sağlık hizmetleri tamamen özelleştirilerek kapitalist sermaye birikiminin boyunduruğuna sokulmakta, sosyal ve demokratik haklar budanmakta, yoksul Roman kitlelerine karşı kurumsal ayırımcılık mekanizmalarıyla ırkçılık teşvik edilmekte, hukukta keyfilik yerleştirilmekte ve dış politika militaristleştirilmektedir.
AB, kendi üyeleri olan Macaristan ve Polonya’ya, aynı Türkiye’ye karşı davrandığı gibi, söylemde çatışmacı bir dil kullanmakta, ancak, gene aynı Türkiye olan ekonomik ve stratejik işbirliğinde olduğu gibi, ilişkilerin özünde bir değişime gitmemektedir. Söylemde kullanılan çatışmacı dil bir tarafta AB’nin taşıyıcı ülkelerinde iç politika malzemesi yapılırken, diğer tarafta da Macaristan ve Polonya’daki hükümetlerin toplumsal tabanlarını konsolide etmeye yaramaktadır. Macaristan ve Polonya’daki liberal muhalefet, aynı Türkiye’deki fikirdaşları gibi, iki hükümetin »illiberal demokrasi« ile »yeni devlet« inşa ettiklerini iddia etmektedirler. Sonuçta, güncel gelişmenin somut nedenlerini değil, duygusal ve soyut formülleri öne çıkartmaktadırlar. Her iki ülkede de neoliberal dönüşümlerin toplumda yarattığı öfkeyi »zararsız« alanlara kanalize eden muhafazakâr-sağ popülist yönetimlerin ve belirgin otoriterleşmenin temel nedeninin Macaristan ve Polonya kapitalizmleri ve içinde bulundukları krizler olduğu gerçeği yadsınmaktadır.
Sonuç yerine
Gazetemizin bu yılın ilk sayısında yayımlanan »2017: ›Demokratörlük‹ döneminin başlangıcı mı?« başlıklı yazımızda vurguladığımız gibi, sermaye birikim fazlalığı krizi, dünya konjonktüründeki zayıflamalar, ekolojik felaketler, dünya çapındaki göçmen ve mülteci »krizleri«, artan askerî ihtilaflar ve sonucunda yaygınlaşan terörist saldırılar imtiyazlı coğrafyalardaki refah toplumlarını korku toplumlarına dönüştürerek, ırkçı-faşist partilerin taraftar kazanmasına ve otoriter yönetim tandansının artmasına neden oluyorlar. İmtiyazlı coğrafyalardaki burjuva demokrasilerinde yaşanan değişim ve dönüşüm süreçleri, emperyalizmin işbirlikçisi ve ekonomileri kapitalizmin merkez ülkelerinden çok daha zayıf olan ülkeleri, emperyalist stratejilerin ve krizlerin de etkisiyle çok daha katmerli bir biçimde etkiliyor, alternatif eksikliği nedeniyle de otoriterleşme tandanslarını hızlandırıyor. Macaristan, Polonya ve Türkiye örneklerinde görüldüğü gibi, bu otoriterleşme tandanslarının yol açtığı yönetim uygulamaları büyük benzerlikler taşıyorlar.
Küçük burjuva liberallerinin, ama aynı zamanda tüm radikal söylemlerine rağmen, işçi sınıfından ve dolayısıyla sosyalizmden umudunu kaybetmiş reformist sol ve kimi sosyalist akımın bu gelişmeye yönelik değerlendirmeleri de büyük benzerlikler taşıyor. Yanlış ön kabullere ve yanılgılara dayanan soyut tahliller ise ne bir çıkış yolunu aydınlatabiliyor, ne de mücadele biçimleri üzerine bir açılım getirebiliyorlar.
Komünistler, »demokrasinin« tek başına soyut ve içi boş bir kavram olduğu gerçeğinden hareketle, burjuva demokrasilerini özü itibariyle burjuvazinin diktatörlüğü olarak nitelendirirler. Devlet bürokrasisi, şiddeti ve medyasıyla kapitalist devlet egemen sınıfın tahakküm aracıdır. Burjuva demokrasisi her daim burjuvazinin diktatörlüğüdür, çünkü belirleyici olan sömürüye dayanan egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileridir. Olağan hâllerde yasama, yürütme ve yargıyla, yani kuvvetler ayrılığı ile gerçekleşen burjuva demokrasisi, işleyebilmesi, yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, sermaye birikim rejiminin ve emek sömürüsünün pürüzsüz sürdürülebilmesi için temel burjuva hak ve özgürlüklerine gereksinim duyar. Ama ne zaman pürüzler ortaya çıkarsa, yani sınıf çelişkileri ve krizler derinleşirse, o zaman sorunlar kapalı, açık veya askerî, hatta faşist diktatörlüklerle çözülür, burjuvazinin tahakkümü güvenceye alınır. Bkz.: Yakın tarih.
Bugün Macaristan, Polonya ve Türkiye’de olanlar tam olarak böylesi bir sürecin ürünüdür. Toplumsal desteği zayıflayan ve gerek emperyalist güçlerle olan çelişkileri derinleşen, gerekse de – Akşener örneğinde görüldüğü gibi – alternatif muhafazakâr güçlerin oluşma süreci neticesinde tekelci burjuvazi karşısında temsilîyet mücadelesine zorlanan AKP-Saray-Rejimi altında parlamenter sistemin ve kuvvetler ayrılığının yeniden tesis edilmesi olanaksız görünmektedir. Rejim, her türlü direnişi devlet terörüyle geri püskürtmeye çalışmaktan vazgeçmeyeceğini defalarca kanıtlamıştır. Her ne kadar açık faşist diktatörlük tehlikesi hâlen akut olarak söz konusu olsa da, burjuva muhalefeti ile sınıf muhalefetinin zayıf ve parçalı olması nedeniyle ülkeyi OHAL ve KHK’lar ile yönetebilmekte, çıkartılan yasalar ve devlet bürokrasisinde girdiği koalisyonlar sayesinde devletin işleyişini sürdürebilmektedir. Demokratik muhalefeti bölebildiği, farklı direnç odaklarının birbirleri ile bağlantılı hâle gelmelerini engelleyebildiği sürece de, gerek laiklik karşıtı »Türk-İslam« söylemi, gerekse de Kürt düşmanlığı üzerinden dayandığı çekirdek toplumsal tabanı bir arada tutabilmektedir. Rejimin yedeğine aldığı neofaşist MHP’nin temel işlevi de bu toplumsal taban üzerindeki hegemonyanın her gün yeniden üretilmesini desteklemektir.
Komünistler, burjuva demokrasisi hakkındaki görüşlerine rağmen, burjuva temel hak ve özgürlüklerini sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının iktidarını kurmanın olmazsa olmaz gereği olarak görürler. Sendikal hakların, basın-yayın ve örgütlenme-fikir özgürlüğünün, din ve devlet işlerini birbirlerinden kalın çizgilerle ayıran gerçek laikliğin, cins ve cinsiyet ayrımcılığının ortadan kaldırılmasının, ekolojik üretim ve çevre korumacılığının, çağdaş bilimsel ve laik eğitim ve öğrenimin, halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkının kullanılmasının, sosyal adaletin, eşitliğin, doğrudan yönetime katılımın, yerel özerkliğin, özgür bilimin, özelleştirilmelerden muaf kamu varlıklarının genişletilmesinin, kilit sanayi sektörlerinin toplumsallaştırılmasının vs. gerçekleştirilmesi, yani burjuva demokrasisinin demokratikleştirilmesi, hem otoriterleşmenin panzehri olarak, hem de sınıf ve özgürlük mücadelesinin önünü açan koşul olarak öncelik taşır.
O açıdan günümüz koşulları altında Türkiye ve Kürdistan’da, ufaklığına-büyüklüğüne bakılmaksızın, her ilerici adımı rejime karşı geni bir toplumsal ittifak inşa etmek için kullanabilmek, stratejik bir meydan okumadır. Her adım, ne denli yanlış başlar, ne denli egemen blok arasındaki çelişkilerden doğar ve ne denli burjuva güçler tarafından atılır olursa olsun, AKP-Saray-Rejimine ve dolayısıyla açık faşist diktatörlüğe karşı ortak cephe için bir fırsat yaratabilir. Farklı direniş odaklarını ve birbirleriyle bağlantılı olmayan çeşitli mücadeleleri AKP-Saray-Rejimini sonlandıracak bir harekete dönüştürmek, Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketinin üstesinden gelmeleri zorunlu olan tarihsel görevdir. CHP’nin başlattığı »adalet yürüyüşüne« ve sonrasındaki mitinge farklı toplumsal grupların, ama bilhassa ve çoğunlukla işçilerin ve yoksul kesimlerin katılmış olması, bununla birlikte hâlâ evlerine kapanmış, ama bir kıvılcıma bakan milyonlar hiç de küçümsenmeyecek bir potansiyelin varlığına işaret etmektedir, ki rejim bunun çok iyi farkındadır. Devrimci güçler, sosyalist ve komünistler bu insanları yalnız bırakır ve müdahale etmeyip, daha ileri taleplerle kitlelerin öncüsü olmaktan imtina etmeye devam ederlerse, rejim ve rejimi taşıyan güçler her zaman halk kitlelerini kendilerine bağlama ve toplumsal rıza sağlama yollarını bulabileceklerdir.
AKP-Saray-Rejimi aldığı darbelerle emperyalist güçlerin ekonomik ve stratejik çıkarlarına dokunmaması gerektiğini öğrenmiştir. Ve çıkarlarına dokunmadığı müddetçe rejim Avrupa’nın »demokratik« hükümetlerinin ve diğer stratejik ortaklarının desteğinden mahrum bırakılmayacağını da bilmektedir. Emperyalist güçlerin bugüne kadarki işbirliği pratiği ve emperyalist-kapitalist dünya düzeninin realitesi, AKP-Saray-Rejimini ve egemen sınıfları rotalarına devam etmeye cesaretlendirmektedir. Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketi rejimi durduracak, kuvvetler ayrılığı ve parlamenter sistemiyle ülkeyi demokratik, sosyal, laik, adil ve barışçıl bir rotaya oturtabilecek yegane güçlerdir. Otoritarizme ve faşizme karşı demokratik, sosyal ve gerçek anlamda laik hukuk devleti yeniden tesis edilmelidir ki, bu güçler asıl mücadelelerine, yani Sosyalist Türkiye Federasyonu’nun inşasına yoğunlaşabilsinler.